29 Şubat 2012 Çarşamba

...

sürekli kavga etmekten yoruldum...
hayatta sanki yeterince az sorun varmış gibi bir de birbirimizle sürekli kavga ediyoruz, arkadaşlık dostluk hayatı kolaylaştıran şeyler olmalıyken sürekli bi kambura dönüşüyor gittikçe ağırlaşan... bunlar çok üzücü şeyler, bunlar çok yorucu şeyler de aynı zamanda.
önemsenmek ne lanet bi duygu, ne insanın içini kemiren, ne çok bencilleştiren, ne çok ehlileştiremediğimiz bi duygu... lanet bi yular gibi dolanırken boynumuza ve sinsice içimize yerleşen bi bencillik halini alırken herşey, ne kadar da vahimleşiyor böyle.
yaş aldıkça hayat katlanılamaz bi bok çukuruna dönüşürken ve el ele tutuştuğumuzu sanırken o tutuştuğumuz ellerin bizi yukarı taşımak yerine daha çok bu bok çuruna çekmesi ne kadar da acınacak bi durum.
artık "tamam, daha kötü olamaz" dedikçe sinsice bizi bekleyen bu lanet duygular ortaya çıkmak için bi çakal gibi bekliyor.
daha kaç kişi kaybedilebilir bu yolda, daha kaç kişi heba edilebilir bu duygulara bilmiyorum, çözemiyorum, çıkış yolu bulamıyorum, deliriyorum...
artık yoruldum,
en çok da sevdiklerimle kavga etmekten. yıllarca hep kör bi köpek gibi yapıştım dostulkarıma ama her seferinde hüsran işte, kimse mutlu değil yine, hep aynı son belki de...
ne yapmalı? kime gitmeli? kimden sormalı? bilemiyorum...
hep unutmak için, görmezden gelmek için yollar arıyorum! her seferinde değişti bu deneyimler, şimdiler de yanlızca uyku! kaçış yerim...
uykunun uyuşukluğu, zaman diliminin yok oluşluğu, dinlenirim umudu, ama hep bitmeyen düşler, düşler de kavgalar, kavgalar da çaresizlik, çarenin bulunamadığı yerlerin yoruculuğu, çarenin bi canlı formuna bürenemeyişliği... çaresizlik kısacası, uzuncasıysa derin ve daha çok sıkıntı veren bi soluk...
soğuğun yüzüme çarpışının bile içimde ki yangını söndüremeyişi, tarihte yaşanmış bi sürü deneyimin bile bunlara daha basit bakmamı sağlayamayışı. ve lanet olası deneyim arzusu!
bazen dinlenme konumuna geçmenin yaraları iyleştirebilmesinin mümkün olmasını istemek çok mu mümkünatsız, çok mu zor zamanın herşeye iyi gelmesi. sürekli gardını alarak yaşamak zorunda olmamak hiçbir kıtada, hiçbir toplulukta mümkün değil mi?

kafam yanlızca çok bulanık, öyle çaresiz bakınıp dururken duvarlara ve hiçbir şey konuşmak istemezken, kıpırtısız duran bi yaprak gibi evrenin beni unutmasını istemek çok mu aptalca...
"tanımlar sınırlar!" demiş büyük bi adam, ama o büyük adam da hiç mi darlanmamış başkaldırıdan, hiç mi istememiş yanlızca dendiği için bişeylerin doğru olmasını ve denileni yapmanın daha huzur vermesini...
çatışma dolu bi hayat sürerken huzur beklemek çok avanakça belki, belki sandığım kadar zeki değilim! belki evren/tanrı/ilahi güç/enerji diye bişey var ve yine belki tüm bunlar sonu belli senaryolarımız.
buna inanabilmeyi çok isterdim, o zaman direnmez durgunca akmayı da bilirdim, böyle delirmez böyle çoşup dar geçitler de bi kaşık suda fırtına kopartmazdım...

insanın hayatta yaptığı herşey biliyorum ki en büyük efendimize hizmet ediyor; egomuza...
ne lanet şeydir bu böyle, adı bile çok çirkin, ama orada ve tüm ihtişamıyla duruyor işte! sadece duruyor ve herşeyi böyle berbat hale getirmeyi başarabiliyor. varlığı yetiyor yalnızca. onu çalıştıran düzenek hep duygularımız ve zihinlerimizin çalışması oluyor...
bu duygudan sıyrılabilenler olduğu söyleniyor; bi evren de, bi zaman dilimin de, hayatın bi yerin de mümkün olduğunu söyleyenler var. ne çok isterdim kendi egomdan kurtulmayı istediğim kadar sevdiklerimin de egolarının yok oluşunu görmeyi...

belki babil'in asma bahçelirinin vericeği huzurdan bile daha ihtişamlı ama mütevazi bi sakinlik olurdu, kim bilir!?

yalnızca soluk almadan yazıyorum, yalnızca evrenle kurmaya çalıştığım sükuneti bozmamaya çalışıyorum, yalnızca içeri gidip annemle saçma bi diziyi izleyebilecek kadar içimde ki kavganın gürültüsünün dinmesini istiyorum, yalnızca artık en büyük savaş yerim olan zihnimin biraz durulmasını istiyorum, yalnızca biraz mola istiyorum, yalnızca tek bi kere işler yolunda gitsin istiyorum, yalnızca... işte öyle hep istiyorum, bunu yapan da yine kutsal efendim sanırım, herkes ona ego diyor ben de utançla boynumu yere eğiyorum...

28 Şubat 2012 Salı

kar ve bana ettikleri!

demin camdan dışarı baktım yine kar yağıyordu sonra aklıma bunlar geldi;
-her bir kar tanesinin parmak izi gibi eşsiz oluşu
-ölmek için yeterli ağrı eşiğinin 43 ama doğumlarda kadınların ağrı eşiğinin 57 oluşu
-yeni doğan bebeğin topuk iziyle annenin baş parmak izinin aynı oluşu
-insanın bütün damarlarının birleşmesiyle dünyayı iki kere dolanabileceği
-ay'a ayak basan astronotu(adını hatırlayamadım)dünya nefesini tutmuş izlerken cebinden bi diş fırçası çıkararak dişini fırçalıyormuş gibi yapışını
-deve kuşunun gözünün beyninden daha büyük oluşunu
-açık bi havada çıplak gözle iki bin yıldız görülebildiğini
-bütün okyanusların en uzak noktalarının çin oluşunu
-yarım kilo bal için arıların iki milyon çiçek dolaştıklarını
-venüsün saat yönünde dönen tek gezegen oluşunu
-eyfel kulesinin 1700 den fazla basamaktan oluştuğunu
-Marilyn Monroe'nun 6 ayak parmağı oluşunu
ve en güzel grup yıldızının (bence) orion olduğunu
evet bunların hepsini bi sigara içişlik sürede düşündüm, nerden biliyorum bu kadar gereksiz bilgiyi (hani öyle diyorlar ya!) bilmiyorum ama, ergen beynimi derslerle doldurmak yerine böyle bilgilerle doldurmaya bayılırdım. her birinde hayrete düşerdim de elimden tutanım olmazdı, ergenlik zor zanaat biliyon mu?(yıldız tilbe yamuk ağzıyla dedim hatta "biliyon mu"diye ahahahha ay çok güldüm) neyse o dönem en büyük bilgi kaynağımda böyle bilgiler veren tofitalardı(hala var mı? bilmiyorum) onlardan var ya deli gibi yerdim bunları okuycam diye! işte bu pek kimse için bi anlamı olmayan bilgilerin ordan kalma olduklarına dair çok ciddi şüphelerim var (:

keyifli uykular olsun efenim, görüşmek umuduyla
eskibitofitasever(:

17 Şubat 2012 Cuma

arkadaşlar, dostlar, romalılar; bi buika var ki benden içerü



beni bu bir ve ki konsere götürecek yiğit yada yiğitler arıyorum. duy sesimi sevincim, alimm...