24 Nisan 2010 Cumartesi

çok sıkıldım ama en çok kendimden

Çekilmez bir adam oldum yine
Uykusuz, aksi, lanet
Bir bakıyorsun ki ana avrat söver gibi
Azgın bir hayvan döver gibi
O gün çalışıyorum
Sonra birde bakıyorsun ki
Ağzımda sönük bir cigara gibi tembel bir türkü
Sabahtan akşama kadar sırt üstü yatıyorum ertesi gün
Ve beni çileden çıkarıyor büsbütün
Kendime karşı duyduğum nefret ve merhamet
Çekilmez bir adam oldum yine
Uykusuz, aksi, lanet
Yine her seferki gibi haksızım
Sebep yok olması da imkansız
Bu yaptığım iş ayıp rezalet
Fakat elimde değil

Nazım Hikmet

13 Nisan 2010 Salı

kadın-erkek/tanım-tanım


geçen gecenin bi vakti bi arkadaşımla tanımlar üzerine aklımıza ilk gelen cümleleri sıralıyorduk, böylece iki bilinç arasında ki ilginçlikleri farkediyorduk. yani en azından o bununla eğlenirken ben başta bunu gözlemliyordum. misal, beklemek...
-sabah evden çıkarken annem akşama karnıyarık yapıcam dedi, bütün gün akşam yemeğini bekledim resmen ve bi kadını beklemekten daha güvenliydi çünkü akşama mutlu olucağım kesindi
-valla ilk giriş böyleyse bende yemekten sonra uyumayan bi adamı beklemek derim
...
-birinin iyi bişey söylemesini beklemek
-mesai bitişini beklemek
-cumayı beklemek
-pazar uykularını beklemek
-kuşluk vakti yola koyulmayı beklemek
-stüdyoya girmeyi beklemek, sonrasında iyi iş çıkardık deyip bira içmeyi beklemek
-camdan dışarı bakıp bişey bekliyor havasına girmek, beklenecek bişey olduğunu ummak
-hep bi güzel kızın gelip beni bulacağını beklemek
-özenle hazırlanılmış bi buluşma saatini beklerken elbise kırışmasın diye oturmayacak kadar heyecanlanmayı beklemek
-çok saçmasın
-seninkiler sanki çok mantıklı, uyuz...
:) karşı bilinci anlamaya çalışmak yerine yermeyi daha eğlenceli buluyoruz biz tabi,ondan terbiyesizliğimiz...
"yatağın sol tarafı" başlıklı muhabbetin adab-ı mümkün olan anlatabildiğim kısmı;
-kızım ben yatağın solunu kimseye vermem, hem benim bildiğim kadınlar sağda yatmayı sever
-iyide solda yatmak isterse, "hadi ordan!"mı diyceksin?
-valla hadisin ordan ama
-iyi o zaman hayatının sadece solunda birini gördüğün kısmı, stüdyoya girdiğinde solunda duran basçı çocuk olarak kalır
-iyi çocuktur mehmet şikayet etmem, hem iyi bira içer hem az konuşur
-ay çok salaksın, mendeburluğun yanlızlığından, yanlızlığınsa mendeburluğunun getirilerinden
-sana bişey diyim mi, bigün sende sükunetin kıymetini anlıycaksın ve o zaman sana sorucam bu soruların hepsini yine
-bence soru sorabileceğin kimsen olmayacağından sükunetinin keyfini sürersin
-:)

aşk...
-aman be bok var sanki aşk, aşk başka bişey bilmiyor şu kadınlar
-valla sen o mutluluk hormonlarını çalıştıran başka bişey biliyorsan söyle bende yormıyım kendimi
-ya sen geçenlerde söylemedin mi koşmak da şehvetin çalıştırdığı hormonları çalıştırıyormuş ve insanı mutlu ediyormuş diye, o zaman top oynayalım
-ahaha olur bi halı saha yapalım o zaman bütün endorfinleri çalıştıralım, sonra satarız anasını dünyanın mutluluktan
-olur bide rus'a gideriz bak kalıyormu bu karmaşık kafa bunalımların falan
-terbiyesiz
-ne, bu karikatürü de sen okuttun bana, kızma hiç boşuna o zaman çok gülmüştün
-hadi be ordan ne alakası var, ama seninle oturup bişey konuşmaya çalışanda hata

son olarak onun açtığı bi başlıktan bahsedeyim; ben ruh ikizimi falan aramıyorum, sen onu bunu bırakda söylesene kızlar da yanlız kaldıklarında pornoya bakıyorlar mı?
....
-şşş kızım cevap versene
...
-bak ya, valla sana demedim geçenlerde bi kız porno izlemekten çok hoşlandığını söyledi, bunu söyleyen kız görmedim hiç inanamadım onun için soruyorum
...
-ya doğrumu söylüyor yoksa ilgi çekmek için mi atıyor onu anlamaya çalışıyorum
...
-of ya, iyi tamam hadi gel aşk hakkında konuşucam
...
-tamam dalga geçmeden tüm çıplaklığımla konuşucam
-ahaha valla mecaz yapmak istemedim, çekme hemen bi yere
...
-of be iyi sen bilirsin, iki votka daha yuvarla sen nasılsa canın sıkılır gelirsin birazdan. bu saatte başka kimseye satamazsın duygusal zırvalıklarını, yine ben burdayım unutma
...
sinirlendim/güldüm/kızdım/sonra çok sallamadım, söylediklerinde haklılıkda yok değildi ama herşey bu kadar düzde olamazdı. beni kızdırmayı seviyordu sadece ve cidden iki votka daha yuvarlayıp onun salaklıklarına daha çok güldüğüm bi sohbetle yine konuştuk...

12 Nisan 2010 Pazartesi

ve işte böyle biz, artık biz olmayacağız...

yorucu zamanlar geçiriyorum, en çok yoğrulmaktan yoruluyorum...
çok kafa yorup, kafa yorduklarımla yoğruluyorum...
acilen bi yerlerden mutluluk bulmalıyım, yoksa yokolacakmış gibi hissediyorum kendimi...
yaşamı artık zerre kadar anlamlı bulmuyorum...
yaşamı artık zerre kadar güzel bulmuyorum...
yaşamı artık zerre kadar barınılası bulmuyorum...
yaşamı artık zerre kadar mümkün bulmuyorum...
yaşamı artık zerre kadar yaşanılası bulmuyorum...
kendimi uzun zamandır güvenli bulduğum bi kalıbın içerisinde saklamaktan güçten düşürmüşüm, ona çok sinirleniyorum...
çok şeye sinirleniyorum ama sonra yorgunum diye sesim çıkmıyor...
egosuna yenik bi adamın ağzından çıkan sözlere çok içerliyorum...
"geleceğimiz için o kadar da umutlanma" diyen bi adama böyle söyleyebildiği için kırılıyorum...
beni eskiden çok seven ama beni şimdi çok güçten düşüren bi adama direniyor(d)um...
kendimi bu noktaya getirdiğim için en çok yine kendime kızıyorum...
var olan umudumda artık yok...
ve artık direnmekten vazgeçiyorum......


ben bu şarkıyı çok seviyorum. henüz "siz" dediği, varlığı bile belki de belli olmayan bi adamla yaşanacak ilişkinin iskeletini anlatan ve buna rağmen bunları yaşamalıyız diyen üzücü/doğru/acı bi şarkı...

7 Nisan 2010 Çarşamba

gördüğüm rüyanın etkisinden olsa gerek...



bir saattir arıyorum ama, kaynak bulamadığım için bu saçma videoyu yüklemek zorunda kaldım. sizde benim gibi gözlerinizi kapatıp dinleyin sadece:)
gerçi ben çok rezil bi rüyayla uyandığım için bu kadar içerleyip dinliyorum, sizinki nasıl olur bilmem...

6 Nisan 2010 Salı

the fall!!!

son zamanlarda izlediğim en etkileyici/en göz doyurucu/en dozunda mizah barındıran/en beni salya sümük ağlatan/en sevdiğim/en bayıldığım film oldu the fall...
daha biraz önce bitirdim filmi, hala gözüm yaşlı yani. ama bitti diye çok üzgünüm biraz daha hasbihal edebilirdik kendileriyle...

ölmemek için hikayeler anlatan şehrazat dan farklı olarak, yaşadığı ruh haline kendimi şu sıralar inanılmaz yakın gördüğüm roy ölmek için bi hikaye uyduruyordu, masum bebek alexandria'ya...
öyle oturup filmin konusunu falan anlatmıycam, baltalamıycam yani anlatımımla çünkü bence kesinlikle izlemelisiniz...

bu filmin kostümlerini görür görmez o olduğunu anladığım Eiko Ishioka yapmış. onun zaten ne kadar inanılmaz bi kadın olduğunu "hücre" filminde jennifer lopez gibi bi kadını çölde bembeyaz bi elbiseyle gerçek bi meleğe dönüştürdüğünde anlamıştım...
bu kadar muhteşem öğeyi bi araya toplamış bi filmin neden çekildikten 2 yıl sonra gösterime girdiğini de anlayamadım.
sanırım david fincher ve spike jonze gibi amerikanın iki en popüler yönetmenide bu filmin gördüğü ilginin azlığından rahatsız olmuş olucaklar ki, bu filmle hiç alakaları olmadığı halde filmin başında "david fincher ve spike jonze sunar" diye not düşürtmüşler...
öyle kolay da olmamış bu filmi çekmek, ince ince işlemişler ve bence bi sanat eseri yaratmışlar. bir planlık piramit görüntüsü için bile mısıra gitmişler. toplam 4 yılda ve 23 ülkede çekmişler ve ellerine sağlık ne diyim müthiş olmuş. en birincil hedefleri bu olmamıştır muhakkak ama beni kalbimden yakaladılar:)
ben bu filmi bi kaç yüz kere daha izlerim herhalde onlar yenisini ve bu kadar güzelini yapana kadar...
birde en bayıldığım diyalog, kız hikayenin gidişatından memnun değil ve gözyaşları içerisinde kötü bitmesin diye ağlarken roy'la arasında geçen diyalog;
-neden herkesi öldürüyorsun?
-bu benim hikayem
-benim de hikayem!
çok etkileyiciydi...

son zamanlarda çok fazla film izliyorum ve bu kadar çok film izlemenin bende çok ilginç bi etkiside oldu, artık bilgisayar başında başka bişeyle uğraşırken yada kitap falan okurken bile bu çok sevdiğim filmleri dinliyorum. evet izlemiyorum dinliyorum. valla müzik dinlemekten daha ilginç oluyor tabi ama, beni sanırım bağ kurduğum insanların dünyasında tutuyor diye bunu tercih ediyorum, iyi geliyor yani şimdilerde bu arkadaşlıklar...

p.s. googly googly googly go away...

5 Nisan 2010 Pazartesi

once:)


iki gün önce bu çok güzel filmi izledim ve takdir etmesini çok seven biri olarak da buradan belirtmek istedim...
"once" adlı bu çok güzel hikayeli ve kurgulu film bi irlanda filmi. irlandanın çok ünlü bi rock grubunun yıldızı olan "Glen Hansard" adlı güzel abi ve o zaman 18 yaşında olan bu kız çocuğu performanslarınında seslerinin olduğu kadar başarılı olduğunu gösterdi bu filmde.
aslında ben filmi daha başlar başlamaz çok sevdim. ben zaten yemekleri, mekanları, filmleri ve müzikleri ilk an hemen ya çok severim, ya nefret ederim. ve bu iki güçlü duygu beni hiç yanıltmaz bu başlıklarda... zaten filmin müziğini filmden önce duymuş ve çok sevmiş olduğumdan(bkz."canım şimdilerde hep bu şarkıyı çekiyor" başlıklı yazıda ki şarkı) güzel bi filmle karşılaşmaya hazırdım. ayrıca filmde ki bütün şarkılarda birbirinden güzel, onu da bilahire belirtmeliyim. ben en çok kızın çocukla ilk karşılaştıklarında çocuğun söylediği şarkıyı ve kızın pil aldıktan sonra dönerken söylediğişarkıyı çokk beğendim...
kurgusu ve oyuncuların rollerine sadakati çok başarılıydı. zaten ikiside esasen müzisyenler ve filmde en çok hakkını oyunculuktan daha iyi verdikleri müzikle sergelemişler. aslında müzikler o kadar iyi ki film sanki klip olsun diye çekilmiş gibi geldi biran...
bu filmde bi sürü eksikde çarptı gözüme ama onların hepsini kapatacak bi samimiyeti vardı filmin. yine tutunamayanlar ve ben olunca konu, aslında onları sevmeme çokta şaşırmamak gerekiyor haliyle:)
kızın tasmasından tuttuğu bi köpeği peşisıra gezdirmesi gibi hortumundan çekerek süpürgesini tüm gün taşıması çok sevimliydi. çocuğun otobüsde ki tüm sorulara şarkıyla karşılık verip sonra cozutmasında da çok dozunda bi güzellik vardı. kızın piyano çaldığı anda çocuğun çok şaşırması ve etkilenmesi, akabinde de kızı o an kabullenmesini diz çöküp onunla aynı hizaya geldiği bi planla anlatmak da çok yerinde bi karardı... (bunlar benim yorumlarım tabi:)
aşk ve tutku da vardı, ama öyle ikisi arasında varmıydı yokmuydu çok belli de edemedi kendini. sanki bunu yaşama lüksü yoktu kızın, ve adamında böyle bi maceraya yeterince cesareti yoktu. zaten 4-5 ortak gün geçirdiler birlikte, ama hayatlarına önemli imzalar atarak ayrıldılar birbirlerinden...
filmde dikkatimi birde ikisininde isimlerinin hiçbir zaman zikredilmemesi çekti. sonra oyuncuların ismi akarken onları tanımlayan isimler yerine kız/erkek diye adlarıldıklarını gördüm. ama "isim koymayalım bu karakterlere" dememişlerdi de, sanki lüzum olmamıştı gibi doğal ve güzel bi his bıraktı bende...
bide tüm yazılar aktıktan sonra filmin ismi olan "once" şarkısı sabırlılar için ortaya çıkıyor, buda bi sabırlıdan tüyo olsun size...

ne diyim başka bilmiyorum, ben bu filmi çok sevdim. sizde izleyin bu güzel filmi bence.
ve birde güzel şeyler umut edin! ben gecenin bu saatinde hala herşeyin daha iyi olabileceğini umut ediyorum mesela, siz de deneyin:)

1 Nisan 2010 Perşembe

kırılmasın diye durur kalbim...

bu odadan boğuluyorum, herkesin çok da üzerinde düşünmeden geçirdiği bi hayatı var ve ben onu saçma buluyorum. peki ben çok düşünüyorum da n'oluyor... daha beter belki de...
herşey yine çok anlamsız ve tanıdık, herkes yine pek meşgul, ben yine çok kırılganım...

düşlerin anahtarı

sanat camiasında özellikle sinemada, hiçbir sanat eseri yaratmamış olmasına rağmen john berger büyük saygı görür. bunun en büyük nedeni sanat da olmazsa olmaz bi özelliğe sahip olması pek tabiki; yaratıcı bakış açısı...
ondandır ki, john berger'in ağzından çıkan her söz fazlaca önemsenir.
ben, görme biçimleri kitabını okuyana kadar ne kadar büyük bi zekayla karşı karşıya olduğumu bilmiyordum. kitabı okuduktan sonra john berger'in kapak seçimini de öylesine yapmamış olduğunu gördüm. rene margritte'nin "düşlerin anahtarı" adlı bu tablosunu kullanmıştı, çünkü bu tablo onun söylemek istediği herşeyi o kadar iyi anlatıyor ki.
margritte'nin ne kadar sürrealist bi ressam olduğu tartışılmaz zaten, o nesnelerle sözcükleri birleştirip yeni bi bakış açısı kazandırdı sanata. ama bu tabloya john berger'i okuduktan sonra bi başka gözle bakmaya başladım. kimbilir belki de margritte'yi bile aşan bi anlam yüklüyordu john berger yada tam olarak onun istediği şeye hizmet ediyordu; sıradan gibi görünen bişeyi sorgulayıp yeni anlamlar kazandırmak...

bi tabloyu dört eşit parçaya bölüp içine nesnel varlıklar çizdikten sonra altına isimler yazmış. insanlar bu tabloyu ilk gördüklerinde altında ki isimlerin yanlış yazıldığını düşünüp önemsememişler ama sonra sadece birinin doğru yazılmış olması ilgilerini çekmiş ve nedenini düşünmeye başlamışlar, yani tamda ressamın istediği gibi...at'ın altında kapı, saatin altında rüzgar, sürahinin altında kuş ve valizin altında valiz yazıyor.
bende bu tabloya bakıp epey bi mesai harcadım aslında ve tuhaf bi evreka hissi yaşadım bu tabloda;
saatin altında yazan rüzgarı bi mecaza bağlayabiliriz. zamanın rüzgar gibi geçişinden vs... bu direk bi mecaz ve saatin altına rüzgar yazınca herkes aşşağı yukarı aynı şeyi anlar.
valizin altında valiz yazması zaten daha garanti bi tercih yoludur, gördüğümüzle altında yazan aynı şeydir.
at'ın altında kapı yazması da yarı mecaza vardırılabilir, kapılar ve atlar insana gidişi simgeliyor olabilir. kapıyı hızla çarpıp gitmek, usulca aralık bırakıp gitmek, kırmak vs... anlamlarına vardırabiliriz at'la hızlı, yavaş, usul gitmeyi... ama vazo ve kuşu anlamlandırmak mümkün değil, bu yanlızca margritte'nin anlamlandırabileceği bi durum olarak kalıyor bu tabloda.
şimdi tüm bu bahsetmeye çalıştığım şeyleri toparlamam gerekirse, john berger'in görme biçimleri diye yazdığı bi kitaba neden bu tabloyu kapak olarak seçtiğini anlayabiliyorum. yaptığınız iş yada sürdürdüğünüz hayat ne olursa olsun bu tablo aslında onu kısaca tanımlayabilir; ya saat-rüzgar gibi anlaşılabilir ama yaratıcı bi mecazı kullanıcaksınız, ya at-kapı gibi daha yoruma müsait ama karmaşık bi mecazı kullanıcaksınız, ya daha garanti bi yol seçip valiz-valiz'i kullanacaksınız yada "kimin beni anladığı umrumda değil, ben yaptım böyle oldu" deyip vazo-kuşu kullanacaksınız...
böyle bakıldığında bu tabloyu hayatın her yerine yayabiliriz...

ilk kez bi resim beni bu kadar heyecanlandırdı. hatta bi tane yaptırıp odama asıcam bu tablodan, o kadar etkilendim yani. umarım bende uyanan hisleri anlatabilmişimdir, gece gece kafamı bu kadar yorduğuna göre...