29 Aralık 2009 Salı

bugünler de kararsız, biraz da tutarsız oldum...

kendimi çok yorgun hissediyorum ama düşünmeden de edemiyorum "bu neyin yorgunluğu sahi?" zira sadece bedensel ihtiyaçlar için hareket halindeyim, ama deli gibi yorgunum da! yatmakla, uzanmakla da geçicek gibi bişey değil bu... bana göre insan hayatının evrelerin den biri de bu aslında, yani "bir iş yapmanın saadeti avuçlarım da" değil ya, belki onun yüzündendir...
çok uzatmıycam, şu sıralar fon müziğimin beyanını yapıp içsel batışıma geri dönücem,
boğulana kadar da çıkmıycam...
şu sıralar fon'um iç deşen sözlere sahip şarkı;

*Watching as my ego breaks your fall
Dont you know that Ive
Been running from you heart...

*Faithfulness

13 Aralık 2009 Pazar

ne kalıcak bizden? bizden diyorum, ikimizden...

birini kaybetmeye ölesiye korkuyorum bi kaç gündür. kaybetmek öyle nesnel değil ama kaybetmenin anlamları üzerine kafa yordurtacak gibi bi his bu yaşadığım. yani orda duruyor ama ben onu kaybetmişim gibi hissediyorum. dört yıl önce şimdilerde kaybettiğimi düşündüğüm ablamla budapeşte de yürürken, çok ama çok yaşlı bi çiftle sohbet ediyorduk. gitmedikleri yer kalmamıştı ve bi sürü hikaye anlatıyorlardı. bizde bildiklerine büyük hörmet göstererek anlatılanları sünger gibi emiyorduk. derken bi arada "ne kadar hoş göründüklerine" geldi konu, üstelikte bunca yıla rağmen mutlu... sonra erol amca orda benim hayatıma işleyen ve o an'dan itibaren hayatım da çok önemli bi yer teşkil edicek olan cümleyi bıraktı ortaya "hiç kimseyi bu kadar sevmeye değmez" ne ablam, nede onun eşi bu cümleden benim kadar etkilenmişti. ben önüme bomba bırakılmış gibi kalakaldım, hazırlıksızdım buna bi anlam da. yani, bu kadar uzun yıllar geçirmişlerdi birlikte, hep "birlik"te... ve o anda zar zor yürüyerek el ele çıktıkları yokuşlar dan birinin başındaydık. tek hissettiğim şey kusana kadar ağlamak hissiydi. şimdi bile nasıl tarif ederim bunu bilmiyorum ama, "bi gün onu kaybettiğin de ne kadar sevmişsen, o kadar acı bırakır sana kaybettiğin" diyordu bu yanındakini heran kaybedebileceğinin acısını taşıyan adam. öyleydi ya, herşey bunca belirsizken birine bu kadar anlam yüklemek ve onu bu denli çok sevmek yapılabilecek en büyük trajedilerden biri değilmiydi? belki o zaman yaşadıklarımın da etkisi vardır, ama çok yordu bu cümle beni bunca yıldır. şimdi ablamı kaybetmişim gibi hissediyorum ve bu yanlızlığımın bana hep yaptığı acımasızlıkla bu cümleyi işitiyorum alt benliğimden.
sürekli acıtasyonlu hikayeler canlanıyor acımasız belleğim de, onunla bi daha yapamayacaklarımı saydıkça sürekli ağlamak geliyor içimden. bu kaybediş duygusu her canımı bu kadar yaktığın da hep aynı cümleyi tekrar ediyorum -birini bu kadar sevmeye değer mi?
ablam okusa bu yazıyı ne çok üzülür, ne çok kızar bana. -bu bi kayıp değil, sadece artık ben başka bi yola doğru gitmek istiyorum ama sen hala benim kardeşimsin falan der. ama değil işte, ben hayatta bazen herhangi bir şeyin değişmesine bile tahammül edemiyorum. tüm bu yaşadığımız hayatın uçuculuğunu hatırlatıyor bana, gerçek olduğunu sandığın ve çok değerli bulduğun tablonun boyasının akması gibi, yıkıcı bi etkisi var.
tüm acıları henüz var olmamışken bünyeye yaşattığımdan, yolun başından sonu bana çok yorucu ve anlamsız görünüyor. hayatsa başlı başına anlamsız ve lüzümsuz bi hal alıyor. ne yaparsam yapıyım hayatta ne kadar az şeyi değiştirebilecek biri olduğumu gördükçe sütten kesiliyorum...

zihnimde yine o çok sevdiğim murathan mungan şiirinden bölümler dolaşıyor bir de böylesi anlarda;
Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak?

...

11 Aralık 2009 Cuma

aç tavuk ve darı ambarı düşleri :)

bugün bütün gün aklıma bişey takıldı. istiklal de yürürken hani galatasaray dan aşşağısını mayın tarlası geçer gibi geçiyoruz ya, bunlara da sebep "green peace"ciler, "unicef"ciler falan oluyor. yani bazen neden kaçtığımızı bile bilmediğimizi, sadece zorla "hayır" diyemiyeceğimiz şeylere maruz kalmamak için kaçtığımızı falan düşünüyorum. gerçi bundan 2-3 yıl evvel ben bi mayına bastım ve bi çocukcağız beni esir aldıktan sonra benim durum biraz değişti. soğuktan pembe pembe olmuş yanakları ve düzensiz soluklarıyla deli gibi inandığı bişeyi anlatmaya başladı bana, derken bi baktım feci iç parçalayıcı şeylerdi anlattıkları ve ben, o çocuk sayesinde o zamandan beri otomatik bi ödemeyle hala bağış yapıyorum green peace...
onun yanından ayrıldıktan sonra bana böyle bi dünyaya başka gözle bakan erdemli insan yanılgısı, bi dünyada ki bütün fok'ları ve balina'ları kurtarmış kahraman kasıntılığı falan çöreklendi bi anlığına, sormayın gitsin. omuzlarım kabardı, yürüyüşüm ağırlaştı ve armagedon soundtrack'i geriden geliyordu sanki vallahi. çok sürmedi tabi güldüm bu halime, ama mühim olan bu yaptığım şeyin ben de yarattığı kasıntıydı. neyse, hala da ara ara kasılırım ve o herkesin korkarak yürüdüğü istiklal de ben omuzun da savaş madalyaları taşıyan gazi gibi ağır adımlarla yürürüm ve yanıma yanaşanlara kendimden emin "öhöm, ben zaten her ay yardım da bulunüyörüüm" falan derim. komik tabi böyle bakınca ama öyle valla. insana, iyi bişey yaptığını bilmek hayatta ki en güzel hislerden birini yaşatıyor. neyse bütün gün düşündüğüm bu değildi tabi, ama bu düşünceyle ortaya çıkan bişeydi;
bazen insan sevdiğini erteliyor, sevgiyi göstermeyi yenilgi sanıyor ya. yada belki sadece zor geliyor, herneyse. bi şekil de atlıyor/unutuyor/göstermiyor... buna çözüm getirecek bi önerim var; yolda yürürken birden biri önünüze atladığın da size, başına vurularak öldürülen ve soyu tükenen fok'lar yerine "yanınızda ki bigün temelli yok olacak, ona en son ne zaman sevgi sözcüğü sarfettiniz yada gerçekten söylediği bişeye gülümsediniz, bi düşünün bunu" dese, insan o an yanındakine bi başka bakmaz mı? yada "harbiden ya", demez mi? bence der.
ya, şimdi ben üstün de bütün gün düşündüğüm ve bi dünya senaryo yazdığımdan daha etkileyici olmuştu, ama şimdi buraya iki cümleyle anlatınca beklediğim etkiyi yaratmadı. ama bana bi güvenin, zihninizde ki örnekleri çoğaltın, bakın nasıl etkili olucak görüceksiniz.
buda benim insanlık ilişkilerinin çözümlerine bi armağanım olsun!
insanlığa bundan önce iki armağanım daha olmuştu. biri bi atasözüydü, gerçi hala yaşadığımdan ata'laşmadı, öyle olabilmesi için ölmem gerekecek ama ziyanı yok insanlık ne zaman bu sözümü ansa ben onlara gökyüzünden gülümseyeceğim; "yutamayacağın boku çiğnemiyceksin" nasıl? özetle fevkalade bi duyguyu tanımlıyor dimi?
bir diğer armağanım da hıçkırığı "öd"patlatma dan geçirme yöntemi. insanlar sizi korkutunca hıçkırık geçer çünkü diyaframa birden ve yoğun nefes yollarsınız, aldığınız büyük solukla. onun için sanki korkmuş gibi birden ve derin nefes alınca da hıçkırık geçer :) denedim hem de defalarca, garantili yani...
bir de "herkesin kullanım klavuzu olsa" diye bi projem vardı, ama onu proje formundan çıkaramadım henüz. düşünsenize hayatta karmaşa diye bişey olmazdı. birini mutlu etmek istediğiniz de alırdınız klavuzu neyle mutlu oluyor bakardınız ve "bingo" onu mutlu ederdiniz. yada anlamadığınız bi sebepten size sinirlendi diyelim (bu en çok erkeklerin işine yarardı) -ulan bu şimdi neye kızdı!? diye kıvranmanıza gerek kalmazdı, bakardınız ve anlardınız arıza sebebini... ama sonra bu örnekler çoğaldıkça fırsatçı insanlığın bundan nasıl istifade edeceğini farkettim ve kimselerle paylaşmadan "bitmemiş projelerim" rafına kaldırdım...

yamukprenses, tümgünboştakalıpçokcanısıkılanlar ulusundan seslendi ve bu biçimde elde ettiklerini paylaştı...
yamukprenses/boşdünya
sevgiyle!

6 Aralık 2009 Pazar

Yalandır hep yalan, saman yolu geceler hep yalan...

saat epey geç olmuş ama benim gözler hala cin gibi, kim bilir aklımdan neler geçiyor (bkz.kendi aklı hakkın da bilgi sahibi olmayan alık insan) ama valla net bi fikrim yok ya! tabi toparlasam bişeyler bulurum, yani en azından ortaya bi karışık da olsa bişey sunarım ama, ne bilim sabun köpüğü gibi sanki bu gece ki düşüncelerim. ben ki bi şeyi irdeleme de 100 metre de dünya rekortmeniyim, bi konuyu mıncıklarken sinekten bile yağ çıkartabilecek meziyetteyim ama, bugün tırtım sevgili blogum! haftalardır sahibem den su dilenen sardunya gibi yapraklarım aşşağı düşmüş rengim kaçmış gibi bu gece...
elim de yeni dolandırmaya başladığım "spinozanın taosu" kitabım da hiç ilgimi toplayamadı daha üzerin de. yani ben kitap okuyarak uyumaya bayılırım da. kitap okurken uyursam ne ala, yoksa hayatta uyku uğramaz bana.şafak sökerken bi düşünce bi yenisini getiriyor derken çarşaf üzerime iki tur atmış homurdanırım ben hala, ertesi gün de rezil bi insan olurum...
halbuki uyumam lazım, yarın erken kalkmam irfanımla yeni bulduğumuz süper güzel ve ucuz olan gizli kahvaltı karargahımız da dinç olmam lazım, ama yok valla bir dirhem uyku yok gözüm de. gerçi kesin adi irfan da uyumuyordur, yarın o da dökülür. öyle maşuk maşuk bakarız birbirimize artık. kısmet, bakıcaz...
neyse ben kaçıyım, bitmez bu saçmalıklar silsilesi yoksa...
hoşçakal blogum,
hoşçakal gece,
hoşçakal 6 aralık'ın 03:34'lük zaman dilimi,
ay böyle diyince de içim iyice daraldı. ben hoşçakal derken zaman çoktan bir attı ve aklıma prag'da ki meşhur saat kulesi geldi. orda da içim bi daralmıştı. azrail motifleri, giden zamanın bizden eksilişi falan ifrit olmuştum, nöbet geçirecek gibi olmuştum orda da.
neyse zorlamıyım bünyemi ben şimdi gece gece,
ay neyse hadi kaçtım ben...
beni bu noktaya kadar okuyan sevgili arkadaşlarıma süprüz yumurta alıcam! valla söz, hatırlatın bana. bana bu kadar sebat gösteren insanları beslemeli, büyütmeli, sağ tutmalıyım...

1 Aralık 2009 Salı

mary and max!!!

geçen akşam oturduk bayram seyran demedik gece gece "mary and max"ı izledik. izledik de fena mı ettik, asla...
8 yaşında ki avusturalyalı bir kızın yanlızlığı ve 44 yaşında ki 160 kiloluk amerikalı bi adamın asosyalliği üzerine başlamış bir mektup arkadaşlığı üzerine kurulu bir film...
mary'nin aklına -çocuklar nerden gelir? sorusu takılır ve dedesi ona "çocukları, babaları bira bardaklarının dibinde bulur" demesiyle maryn'in aklı çok karışır! bi telefon rehberinden rast gele seçtiği max'a, amerikalılar çok kola içiyor diye çocukların kola kutuların dan çıkıp çıkmadığını sorar. filmin amerikalı ve avusturyalı yada hıristiyan ve yahudi gibi yada alkolizim, intihar ve depresyon gibi ince vurucu taraflara dokunuşları da var. ama karanlık ve sepya rengi bi film olmasına rağmen umut veren bi dozda son verilmiş...
mary daise dinkle'ın yanlızlığı bana çok fazla ameli poulman'ın çocukluğunu hatırlattı...
mary de tek çocuktu, poşet çaylara ip takma işi yapan bi fabrika da çalışan ve boş vaktinde yolda bulduğu ölü kuşları doldurmaktan zevk alan ve kızına hiç sevgi göstermeyen bi baba, sürekli sherry içen ve kızına bunun büyükler tarafından sürekli test edilmesi gereken bi çay olduğunu söyleyen alkolik bi anne...
yanlız ben bu anne karakteri olan Vera'ya mest oldum, çok sevdim. onun yanlızlığı ve mutsuzluğu ve çoktan canlılığını yitirmiş olmasına karşın çok renkli olduğu belli karakteri bile bi film konusu olabilirdi bence...
Adam Elliot ile ilk karşılaşmamız da bu arzumu dillendireceğim :)
bu arada ben adam elliotla ilk kez tanışma şerefine bu film ile nail oldum, ama arkadaşlığımız çok uzun sürecek, orası kesinleşti...
2003 yılında oskar almış olan kısa filmi harvie krumpet'i de izledim ve onu da çok sevdim. bunun evvelinde de aile üçlemesine ait 2 filmi daha varmış onları da en kısa zamanda izliycem. mary and max da zaten harvie krumpet'in devamı niteliğin de çekilmiş ve tamamlanması 5 yıl sürmüş. neyse ben parlayan bi zeka görünce hemen anlarım ve bu adam da iş var, kesin!!!
max, adam elliot, mary


ve vera:)

filmde ki arkadaşlığın insanın hayatında ki önemi benim hayata bakışımla o kadar örtüşüyordu ki, hayatım boyunca hep "insanlar ailelerini seçemez ama yine de severler, aşık oldukları kişileri de çok sevebilirler ama ne aile yi nede aşık olduğumuz insanları mantığımızı kullanarak seçebiliriz. aileyi kader, aşık olunanı da hormonlar belirler. oysa arkadaşlıkta bu tip bi yanıltıcı olmaz, görür, idrak eder ve ya severiz ya sevmeyiz" dedim. ve filmin sonunda ki yazı beni birden çok heyecanlandırdı. çünkü aynı şeyi söylüyorduk;
-akrabalarımız tanrı'nın vergisidir, çok şükür ki arkadaşlarımızı biz seçeriz (Ethel Watts)
gurbette hemşerisini bulmuş kadar sevindim tabi hemen ve bu filmi alıp özel eşyalarımı, anılarımı, gizli arzularımı sakladığım gizli bölmeme taşıdım...

p.s. bu vesileyle tüm canım arkadaşlarıma kucak dolusu sevgiler yolluyorum
p.s.s. umarım siz de çikolatayı çok seviyorsunuzdur!
p.s.s.s. küçükken sizinle de hiç dalga geçildi mi?
p.s.s.s.s. ben de daha önce hiç kominyon falan olmadım :)

dipnotların alameti film de saklı...