28 Ocak 2010 Perşembe

you are my sunshine


bu şarkı beni hep mutlu eder!
johny cash'i çok sevmeme rağmen o böylesine neşe dolu bi şarkıyı bile söyleyince yine darlanıyorum ama anne muray söyleyince içime neşe doluyor(belki kararmış içime iyi gelir umuduyla)...

27 Ocak 2010 Çarşamba

benim annem pazarları uyandırmaz yavrusunu!

bu cümleyi bırakın söylemeyi düşününce bile ağlayasım geliyor; benim annem pazarları uyandırmaz yavrusunu!
işçi yada memur çocuklarının anlayabileceği bi his belki de bu. yani pazar günü okula giden çocuklar evde olur, köpek gibi çalışan baba evde olur ve o gün öğlene kadar yatılırdı. hepimizin hakkıydı yani bu. annem ses çıkarmadan çay demler erken kalkmışsam ses çıkarmamam için defalarca uyarırdı beni. çoğunlukla uykudan ya hamur kızartması yada sucuklu yumurta kokusuyla uyanırdık.
çocukluktan kalma işte, hala çok seviyorum kalabalık aileleri. o yüzdendir ki benim için pazar günlerini pazar günü yapan kalabalık ve keyifli kahvaltılardı. eksikliğinden sanırım, artık her günüm birbirine giriyor. ne artık kalabalık ailemle bir olabildiğim zamanlar mümkün nede işte diğer kahvaltılardan başka bi pazar kahvaltısı. günleri birbirinden ayıran bi ayrım yok artık hayatımda.
malesef...
büyümek denen hadiseyle yanyana bile durmaya tahammül edemiyorum. yani tamam ben büyüyeyim, gelişeyim ama kimse değişmesin,eksilmesin istiyorum...
yazarken bile boğazım düğümleniyor...
artık mümkün değil ya işte, tut ki mümkün oldu ve o kahvaltı sofrası yine kuruldu diyelim, ama artık benim ne kızartma yiyebilmem nede sucuk yiyebilmem mümkün. büyüdükçe benim de bedenim eskiyor ve bunlara izin vermiyor artık,
yine malesef...
bide bu soğuk günlerde kulağım "bozaaa" sesini arıyor. çocukken televizyonun sesini çok açmaz elimizde sürahimizle onun kaçırmamak için beklerdik. ve yine malesef ki o da yok artık...
büyüdüğüme, büyürken çoğalıyorum sanıp eksilttiğim zamanlarıma içim acıyor bugünlerde...
malesef...

25 Ocak 2010 Pazartesi

peki ya sufjan'la?


şimdilerde bir diğer gözdem de bu çocuk, o bana bu şarkıyı söylemeden uyuyamıyorum bi kaç zamandır. şimdi de uyumak istiyorum ama bu gece bu çocuk da yetmiyor. olsun ben hala onu çok seviyorum.
bide onun hayatıyla ilgili sözlükte ilginç bişey okumuştum;
*sufjan stevens'ın hikayesi de kendisi ve şarkıları kadar ilginçtir aslında. 1 temmuz 1975'te stevens ailesi tarafından detroit'teki evlerinin kapılarının önündeki süt sepetinin içinde bulunmuştur. "seni seviyorum" yazan bir not ile birlikte. jo-jo, zukey-dukey ve jam-jam adında 3 tane çocukları daha olan ve fakir bir aile olan stevenslar buldukları çocuğu da yanlarında tutmaya karar vermişlerdir. ve adını sufjan stevens koymuşlardır. ermeni sufi savaşçı abu sufjan muhammad'den esinlenerek.
hayat çok ilginç dimi?
tanıdığım birinin bi hikayesini dinlemiştim o da beni çok şaşırtmıştı, o geldi şimdi birden aklıma;
karı-koca henüz kundaklık bebekleriyle tatile giderken, uçurum kenarın da ıssız bi yolda büyük bi kaza geçiriyorlar ve şimdilerde iyi müzisyenlerin arkasında yan flüt çalan bi kız olan bebek o zaman arabanın ön camından fırlıyor. anne baba baygın ve yaralı bi süre kaldıktan sonra ambulanslar falan geliyor, onları hemen alıp götürüyorlar ama kimse o sırada bi kaç yüz metre ileride ki bi ağacın üstünde asılı kalmış bebeği farketmiyor. ta ki, kadın ve adam bi kaç gün sonra kendilerine geldiklerin de bebeklerini sorana dek... aylarca bebeklerini arıyorlar o bölgede ve sonun da dağlarda yaşayan fakir ve çok çocuklu bi çobanın bebeği bulduğunu ve artık kendi çocuğu olarak sahip çıktığını öğreniyorlar. çoban bebeği ağaçtan indiriyor ve yüzünün yan tarafının boydan boya yarık olduğunu görüyor. şehre uzak o yerde çoban kızın tüm hayatına işliycek olan ve hayatın tuhaflığının simgesi olan o yarayı çuvaldızla dikiyor...
kızın ailesi zengin bi aile, o zamanın şartlarıyla yüzüne estetik yaptırıyorlar ama o yara hiç bi zaman tam anlamıyla gitmiyor. ve kız her gece çok ürkütücü bi biçimde bi gözü açık uyuyor. bi süre sonra ameliyat olmaktan da vazgeçiyor zaten ama kendiyle barışık biri falan da olmuyor, aksine bütün hayatını bi bağımlı olarak sürdürüyor... buda çok ilginç bi hikaye...
ama sufjan'ın ki allahtan daha bi başarıya ulaşmış bi hikaye...

21 Ocak 2010 Perşembe

Joanna Newsom adlı bu kızla hiç tanıştınız mı?

bence müthiş bi kız, küçük bi kız sesi- björk- cranes vokalisti alison shaw vs... her bişeye benzetildi (allah aşkına son 15 yıldır rock yada alternatif müzik yapan hangi kadın şarkıcı björk'den etkilenmedi ki, istemeselerde yaptıkları müziklerin içine işledi björk'ün müzikde ki yeni akımı) ama bu kız ilk albümünün çıktığı yıl amerikada "folk müziğin adını yeniden yeşerten kız" olarak anıldı! ayrıca da arp'ı gitar gibi çalıyor, ona da bayıldım :)
çok bişey anlatmıyım, izleyin bakim sevicekmisiniz...

janes joplin...


iki gün önce bu muhteşem kadının doğum günüydü. yaşasaydı 67 yaşına girecekti ama o bundan 40 sene evvel hayatın devrik kısmındakilerin den biri olarak henüz daha yapacak o kadar çok şey varken ve o kadar çok gençken, kendine herkesden daha büyük bi kötülük yaparak öldü. o kadar hayranım ki ben onun sesine, şarkılarına şimdi düşünüyorum da benden daha küçükmüş öldüğünde ve onun kendine en büyük kötülüğü yaptığını söylerken bi an duraksadım. kendime gidilecek bi yol seçmeye çalışıyorum kisvesi altında ben de en az onun kadar kendime kötülük yapıyorum. ondan daha fazla yaşanmış günlerim var belki ama çok daha anlamsız olarak birikiyorlar sadece henüz varlığını sürdüren ömrümde... neyse konuyu çarpıtmıycam...
...onunla ilgili yazılar okudukça yada onun şarkılarını dinledikçe hem hüzünleniyorum hem de ona çok kızıyorum. müthiş biriydi ve keşke kendini bu kadar kısa zamanda mahvedicek saçma yollara sürüklemeseydi. bir kadını bu hayatta iki şey mahvedebilir; 1-herhangi birşeye bağımlılık, 2-paradoksal bi aşk!... janes bunların her ikisine de sahipmiş, onun kaderi çifte kavrukdan öte yanık gelmiş önüne ve o çok güçsüzmüş...
onunla ilgili bi yerde, bi dönem tüm uyuşturucuları bıraktığı ve albüm aşamasındayken bi türlü ilham bulamadığından yeniden başladığını okumuştum. ilginç! aklını toparlamak için önce tamamen aklının kontrolünü yitirmesi gerekiyormuş...

ecnebiler için toprağı bol olsun denmez, onun için ismiyle yaşasın janes, iyiki varmış iyiki onun varlığından haberdar olabilmişiz...

19 Ocak 2010 Salı

kar :)

istanbul'un hayat hareketliliğinin uzağında yaşamaktan zaman zaman nefret etsem de bugün buraların bi güzelliğiyle karşılaştım perdemi homurdanarak açtığımda













hemen bi sevindim, daha merkezde ki arkadaşlara sordum, "kar var mı orda?" -burda tık yok! dediler :)
valla akşama merkezde ki arkadaşları buraya kartopu oynamaya davet ediyorum:)hatta akşama burda ki çocuklar okuldan gelsin, sokakta yukarıdan aşşağıya leğenle kaymaya bile ikna edicem onları. hoş bunlar bilmez leğenle meğenle kaymayıda, ama çocuklar atraksiyon severler hemen tavlarım ben onları...
o zaman onlar okuldan gelene kadar ben de depoyu fulliyim, gidip biraz daha pencere önünde bacardi içeyim:)
ayrıca da ben şehrin göbeğinde ama sisli bi yerde olmayı istemiyorum, bugün bi mutluyum hatta kar vesilesiyle. çok zaman olmuş mutlu olmayalı. ali'ye kızgınlığımı bile unuttum neredeyse! yok yok o kadar da değil, onun biraz tırmalaması lazım daha...

17 Ocak 2010 Pazar

I Whant You - Soul Kitchen...

Fiona apple deminden beri yüksek sesle kulağımda bunu söylüyor... neyi istiyorum da bunu fiona'ya söyletiyorum bilmiyorum. üstelik kadın o kadar acı çekerek söylüyor ki, "ne istediğini bilmiyorsan, onu bu kadar üzmeye hakkın yok!" deyip azarladım kendimi...
Dünden beri zihnimde soul kitchen'in şahane müzikleri dönüp duruyor, şimdi fiona susunca onların sesini işitmeye başladım yine. ne kadar güzel bi filmdi ya, hala gülümsüyorum. fatih akın'ın en sevdiğim filmi Im Juli idi. ama artık soul kitchen... yani hep arzular ya insan daha genç olduğu yaşlarda daha çok olur bu ve genellikle bi bar masasında otururken şöyle söyler sürekli "bi gün bi bar açalım moruk, yapalım bi gün bunu yani" ama olmaz işte çoğunlukla, hoş benim hala böyle bi arzum varlığını hissettirmiyor değil hani:) hele ki dünkü filmi izledikten sonra "bulsam öyle bi ekip kesin açarım" hülyalarına da daldım hemencik:)
film de juli'yi yada solino'yu bulanlarda oluyor ama ben o hisse kapılmadım. bi amaca hizmet eden hikayeler belki üçü de ama hepsinin tadı başka bence, hele soul kitchen bambaşka. şimdi cem hoca olsaydı burda "berbat bi film nesini sevdin, derslerde hiç mi bişey öğrenmedin sen" derdi ama benden yönetmen daha zor çıkar. ben hala hikayeyle önce büyülenen sonra yönetmenlik detaylarına takılan bi romantiğim... olsun hoca bu filmi sevmezdi biliyorum ama ben çok sevdim:) hocayla aynı fikirde olduğumuz film sayısı da azdır zaten "bisiklet hırsızları"nda hemfikirizdir ama orda da ben yine hikayeye gözyaşı döküyorum önce:) hoca okusa gebertir beni, neyse okumazın rahatlığı bu... ama siz dinleyin beni izleyin valla çok güzel film, tabi bisiklet hırsızlarını da izleyin bak o da çok güzel film...

4 Ocak 2010 Pazartesi

yüzünü dökme küçük kız...

her kızın kendine yakıştırdığı bi şarkıdır sanırım bu şarkı. yani daha ne olsun, hem kızın üzüntüsüne şarkı yapılmış, hemde sevimlilik unsuru "küçük" ile tanımlanmış...
ama ben aynı adamdan bi şarkı seçicek olsam, benim için "anlamsız" şarkısını yazmış olmasını isterdim. o şarkıda ki ruh bütünlüğü ve hayatı kadının huzuruna endekslemiş bi adam benim daha bi tercihim olurdu. pek tabiki sonraki zaman diliminde beni korkutan bi duruma da dönüşürdü ve muhtemelen sonrasında şu şarkıyı isterdim; bu iş çok zor yonca...
bugünler de epey yorgun hissediyorum ya kendimi, cümle kurmak bile zor geliyor. bedensel yorgunluk, ruhsal yorgunluğa dönüşüyor. heyecan içerisindeyim aslında. şu sıralar tüm ilgimi üzerinde toplamış bi işle uğraşıyorum. ama yine de yanlız kalınca herşey tepetaklak oluyor. ezelden beri kendimle kalmayı severim, hatta bi kitapta "sessizce odalarında oturmayı başaramayanlar iç huzurunu sağlayamamış insanlardır" cümlesini okuyunca bi durup düşünmüştüm. doğruydu, kendi içinde çözüm için iç sese kulak verilmeliydi. ama burda ters bi durum da vardı. ben bunu hep yapıyordum ama hala fevkalade huzursuz biriydim. demek ki benim huzursuzluğumun daha fazla sükunete ihtiyacı var dedim, kendi mantığımla çelişmemek adına... farkındayım yine bi saçmalama seansı oluyor ama durun durumu kurtarabilirim bi daha deniyim...
....
......
.......
........
.........
..........
nayn, 10 dakikadır yaptıklarımı sayıyorum; monitöre bön bön baktım, viki gibi burnumu kaşıdım ama yıldızlar parlamadı, belki evreka derim diye bi bardak su içtim ama beni bi bilgiye kaldırmadı... sonuç üzgünüm ki "saçmalama seansı" olarak kaldı. bi dahakinde daha başarılı olucam, söz! şimdi gidiyim bu buz gibi karlı havada bi battaniyenin altında uyuklamaya başlıyım, yarın yine çok yorulucam. sonrasın da yine keyifli biri olmaya çalışıcam ve sanırım daha da yorulucam... neyse hadi görüşürüz,
bu arada fon müziğim yazı bitene kadar aldı başını gitti ve bu soğuk günde hislerime tercüman oldu; deniz kokusu...