19 Aralık 2012 Çarşamba

Doomsday(miş)

çok mu uzak kaldım ne!
dedim ki kendi kendime "kızım zaten üç beş sevenin var, onlardan da ha bire sitem ha bire sitem, eh otur da yaz bişeyler kızdırma hiç hasanı falan"(: iyi dedim hoş dedim de ne anlatıcam hiç bir fikrim yok (:
hah buldum; 21 aralık dünyanın sonu diyorlar ya ordan yürüyeyim. kesin prim yapar.
sanırım insan hayatı gelişen teknoloji ve her bişeylere sahip olabilmek yüzünden pek yavan geliyor insanlara, bu tip heyecanlara ihtiyaç duyuyorlar. ben öyle düşünüyorum, onun için de takdir edersiniz ki ertesi gün de benzeri bi güne uyanacağımıza inanıyorum.
maya takviminde sonrası yok diye kıyamet ilan edildi ya, kim bilir belki mayalar yaz yaz sıkılmıştır belki. yada  katip biriyle kavga etmiş ve canı sıkıldığından "yeter ya, o güne zaten kim öle kim kala, bana mı kaldı dünyanın bütün yükü" gibisinden bi sitemle yazmayı bırakmıştır. belki bi şakacının işidir bu... olasılıkları düşünmek beni daha çok cezbediyor şuan var ya, bi dünya senaryo yazabilirim...

geçenlerde papa isa'nın doğum gününü yanlış hesapladıklarını dolayısıyla bizim 21 aralık kıyamet günü sandığımız günün 3 ay önce yaşanıp geçtiğini söyledi ve mayalar tezini çürüttü ama kim takar papayı diyende yok değil. doğru mu bende bilemem, ben yalnızca papanın yalancısıyım.

ama bakıyorum da insanlara dünyanın son günü olduğuna inandığını söyleyenler bile iki cümle sonra gelecek tarihli bi plandan bahsediyorlar. komik geliyor. sanırım insan bi türlü "yarın var/hiç ölüm yok" duygusundan bi türlü kurtulamıyor. haliyle bu tablo bana kıyamet günü olan bi dünyayı çizen bütün filmlerin/kitapların ne kadar saf bir yanılgıyla çizilmiş tablolar olduğunu gösteriyor. öyle dramatik insani telaşlar falan yok yani kimsede, kimse kimseden af dilemiyor, kimse hayatın ne kadar anlamsız olduğunu fark edip çılgınca şeyler yapmıyor. herkes hala borç ödüyor, parasını tutumlu harcıyor, alışveriş yapıyor, diyet yapıyor, yeni yıl için plan yapıyor, birilerine küsüyor, annesini üzüyor... ne biliyim hep bildik şeyler yapıyorlar işte. daha beni arayıp da helallik isteyen çıkmadı yani, ordan düşünün artık (:

benim kıyamet anlayışımsa ancak böyle duygular için olabileceği sevgili reader;

3 Aralık 2012 Pazartesi

I caress the rain!

şuan acayip mutluyum dışarıda türk filmi yağmuru yağıyor (: rüzgarla yağmur oldukça sert oynaşıyor. ve benim de gönlüm birbirinden çok farklı şu iki güzel yağmur şarkısı arasında gidip geliyor...
ve bir;

ki;

1 Aralık 2012 Cumartesi

28 Kasım 2012 Çarşamba

bugün;

çok sevgili bi iş arkadaşım! işportacı gibi milleti etrafına toplamış nefes almadan telefonunu pazarlıyor da pazarlıyordu, önce bulaşmadım ama sonra dayanamayıp  iki soruluk müdahalemle tüm havasını yerle bir ettim (:
swanky; acayip güzel bi telefon bu, bi yıldır kullanıyorum ve bunun özellikleri var ya bla bla bla bla (mühendis adam ya anlatıyor da anlatıyor)... en çok da şarjı uzun dayanıyor onu çok seviyorum. ayfon mayfon palavra yani, özellikler desen aynı, ama onun şarjı bi günde bitiyor işte, benim ki en az üç gün dayanıyor.
tabi ben aklıma gelen şu şahane tesbitli karikatürü hatırlayınca;
me; sakın o telefondan değil senden kaynaklanıyor olmasın?
bewildered; nasıl?
prig(of course me); sevgilin var mı?
miserable; yok...(ses alçak, bakışlar bulanık) geçen yıl ayrıldık
everybody; ahahhahahahhahha
o kadar insan aynı anda gülünce kulakları sağır edebilir inanın buna, ama bi anlık afallamadan sonra en çok da o güldü. yoksa ağladı mı demeliyim bilemiyorum, en son baktım gözlerinden yaşlar akıyordu (: giden sevgiliye mi üzüldü, telefonun sandığı kadar müthiş olmadığını mı farketti, belli değil orası...

18 Kasım 2012 Pazar

leonid

her yıl gerçekleşen en muazzam doğa olaylarından biri leonid göktaşı yağmuru ve ben bu yıl izliycem diye acayip heveslendim ya! ama işte arabası olan birini bulmam lazım çünkü ışıksız/ıssız bi yerde izlenmeli ve ben konuşlanma bölgesi olarak gürpınar tepelerini seçtim. ama işte ıssız orası ya, haliyle arabalı ve koruma içgüdülü biri lazım! neyse şansımı deniycem bakalım(kardeşi ikna turları başlıycak yani) bu yılda izleyemezsem  seneye feci gaza gelip kendime araba alıcam ve koruma içgüdüsünü de kendimde acayip geliştiricem (: peh peh peh peh peh tahayyür'e gel...
leonid hakkında bilgi vermek gerekirse de; diğer meteor yağmurları gibi o da büyük bi hızla atmosfere giren meteorların sürtünme sonucu yanmalarının atmosferde ortaya çıkardığı şahane görüntüdür. hiçbir alete ihtiyaç duyulmadan çıplak gözle izlenebilir. leonid meteor yağmurları her yıl kasım ayının ortasında görülebilir ve en belirgin görüldüğü kıta asyadır. bizim ülkemizde bu yıl en iyi 19 kasım gecesi sabaha karşı 4 gibi görülmeye başlanacak, ancak en iyi görülme saati 6 dan sonra olacağından bizde gün doğumuna denk geliyor ve o saatler pek iyi sayılmıyor haliyle. en uygun saat gün doğumundan hemen önceki saat olacaktır bu durumda. birde o gece ayın ışığının belirgin olmasına karşında ayı kapatabilecek bi kütlenin arkasından izlemekte çok faydalı olur. kütle derken isteyen ağaç bulur, isteyen bina yada çok çok çaresizseniz sevgilinizi dikersiniz ay ışığına (:
birde meteor yağmurları her 33 yılda bir meteor fırtınasına dönüşürler ki o çok daha muazzamdır. meteor yağmurunda saatte 20 dolayında leonid görülürken bu rakam fırtına da saatte yüzlerce leonidin görünmesine neden olur. en son fırtına 1999 yılında olduğundan ömrümüz yeterse bi sonra ki için 20 yıl beklememiz gerekecek. 
tabi bu evrenin sırlarına akıl sır ermiyor ama ona hayran kalmak için insan bu gibi sebeplere ihtiyaç duyuyor. örneğin; bu yıl ki göktaşı yağmurlarına sebep olan iki kuyruklu yıldız kuşaklarından biri 1767 diğeri ise 1866 yıllarında güneşin etrafından geçerken geride bıraktığı meteorlar olacak. inanılmaz dimi, düşündükçe heyecanlanıyorum.
sizi de heyecanlandırmak için bu yılki yağmurdan bir demet sunayım;

11 Kasım 2012 Pazar

Yanlızlık tercih edilebilir olduğunda güzel, bi mecburiyetken değil!

her şey bu sakin günde elimi kitaplıktan bi kitaba uzatmamla başladı;
eskiden bi gün, hatta hiç hatırlamadığım bi gün, gitmişim de kendime bi sahaftan almışım bu kitabı. pek yıpranmış ama hiç benim tarafımdan yıpratılmamış. muhtemelen ilk kez içini açıyorum...
kapağını açarken bu düşünce beni çok üzdü. çünkü ben hayatımda ki her şeyi ama neredeyse her şeyi tüm detaylarıyla hatırlardım eskiden. olayları, mekanları, mevsimi, günün hangi vakti olduğunu, kimin tam olarak nerede oturuyor olduğunu ve hatta kişilerin kostümlerini bile...artık zihin yorgunluğu mudur, hatırlanması gereken şeylerin çokluğu mudur? bilemiyorum hatırlayamıyorum bi sürü şeyi. tıpkı bu kitabı nasıl aldığımı hatırlamadığım gibi.
kim vardı yanımda, ne giymiştim o gün, hava nasıldı, ben nasıldım, ne yemiştim, kimi özlüyordum o sıralar, belki ağlıyordum, belki çok kızmıştım birine yada gülüyordum, belki bi daha hiç gülemem sanıp çok üzülüyordum...
o günü hatırlamıyorsam da hayatımın çoğu günü böyle hissettiğimi bilirim çünkü, tıpkı bu gün olduğu gibi.
o koca günü hatırlayamamak çok üzdü beni. hayatımda şimdi hatırlayamadığım tonlarca gün yaşadım ben ve bunu ben yaşadım! bu çok üzücü ve komik olabilecek kadar da kederli hatta...

iyi değildim zaten bugün, içimden geçenleri gerçekten dinleyen biriyle konuşmayalı yüzyıllar olmuş ve ben onca zamandır susmuşum da, şu ilk açtığım sayfada rastladığım şiirle ağzımı ağlamanın iniltisiyle aralamışım gibi hissettim bi anda;

insan usul usul ölmek için gelir dünyaya
başlar her gün biraz daha insan olmaya
ve ölürken usul usul ne tuhaf
aşık olur, kedi besler, isim verir eşyaya.

kitabın sayfalarını çevirirken zihnimde dönenler beni ziyadesiyle üzmüşken bu satırlar beni alıp resmen yere vurdu. ama ben yutkundum. ağlamak istemiyordum, çünkü artık bunu yapmaktan çok yorulmuştum. kitabı kapattım. bi süre gözlerimi tavanda sabit bi noktaya diktim, zihnimi boşaltmayı denedim. başaramadım. tekrar açtım kitaptan bi sayfa. bu sefer okuduğum şiir beni az önce hissettiğim duygularla vurmamıştı. bi tane daha okudum, sonra bi tane daha ve sonra bunu okudum;

bir sahaf kitabında ki nem ve küften 
elime geçen inanılmaz sevinci
birilerine geçirememekten
gelişti bende bu bireysellik bilinci.

en son ne zaman kusana kadar ağladım hatırlamıyorum. ama hayatımda muhtemelen hiç yan yana yürümediğim bi adam bi kaç dakikada beni iki kere vurmuş sonra yere yıkmıştı.
nasıl bi birikmişlik, nasıl bi iç boşalması bu bilmiyorum. ne kadar sürdü bilmiyorum.
sonra uyumuşum...
ne kederli dimi, ağlamaktan yorulup uyumak...
sonra uyandım, biraz daha sakin ama hala çok gariptim.
bi iki film açtım, ama ne izlesem sürekli ağlayacak bi yerini bulmayı başardığımdan durmuyordu gözümde yaşlar. beni ağlatmayacak saçma şeyler izlemeye çalıştım sonra. en son bu yazıyı yazmadan önce lale devri'ne ağlarken görünce kendimi; tamam dedim bu iş böyle olmayacak, bu zihin böyle dağılmayacak.
oturdum yazmaya başladım işte, kimselerle konuşmak istemezken biriyle dertleşir gibi.
...şimdi daha mı iyiyim? bilmiyorum. daha iyi olmam mümkün mü? onu da bilmiyorum...

ben artık hiç bişey ummadan yaşıyorum hayatı ve bu ona katlanmımı feci zorlaştırıyor. ne yana baksam hep karanlık gibi. bi an önce kendimi aldatmaya ihtiyacım var, kendimi oyalamaya.
yeniden bi amaca ihtiyacım var işte acilen, bi kediye, bi aşka, isim verebilecek kadar sevebileceğim bi eşyaya...

8 Kasım 2012 Perşembe

...kavgamız bitmez dünya, uzlaşamadık gitti...

bu mevsim bana hep iki albüm dinletir. işte o albümlerden biri nazan öncel'in "göç" albümü. benim için tadından yenmez bi albümdür. acıları/anıları kanartmaktan başka bi işe yaramayan bi albüm olsada asla dinlemekten vazgeçemem, diğer üç nazan albümünü de olduğu gibi. ve bu şarkılarda bahsettiğim şey öyle kuru kuruya kanartmakta değil üstelik, böyle anarşist bi acı çekiş bahsettiğim şey ve bu acizlikle değil büyük bi çoşkuyla.
kocaman bi "yalnız bırakma beni" mesajı taşısa da nazan şarkıları öyle ezik edalar içerisinde değildir durum. gerçekten sevgiden ve "beni bırakırsan ben iyi olamam" demekten bahseder. burada ki "iyi olmak" tüm anlamlarıyladır üstelik.
nazan öncel'in benim için hep böyle bi tarafı var ve ne yazık ki yeni nazan şarkılarını sevmiyorum. nasıl bu kadar protest bi kadın böylesi piyasa işleri yapar anlayamıyorum. ben; kunduram sandukam zembilim diyen, gidelim buralardan diyen, sokarım politikana diyen, ben sokak kızıyım diyen nazanı çok çok daha çok seviyorum.
özellikle en genç olduğum yıllarda kulaklığımı takar ve sadece benim için çaldığına/söylediğine inandığım insanlarla birlikte olmayı biçok insanla konuşmaya tercih ederdim. işte o yıllarda nazan şarkıları benim vazgeçilmezimdi.
ve işte mevsim yine sonbahara dönünce, hüzün dolunca her yere, beynimde ki küçük fısıltılar bu şarkıyla hatırlattı kendini ve biz kavuştuk...

nazanla derin muhabbetteyiz bekleriz.



5 Kasım 2012 Pazartesi

bende bi yara var, onu hep kanar bıraktım.

bugün bi haber aldım. omuzlarım çöktü, boğazıma bi düğüm takıldı, saatlerdir yutkunuyorum mümkün değil gitmiyor, delirtiyor beni.
bi çocuk doğuyor şimdi...
üç noktayı hakeden bi haber sanırım bu. sevinmeli dimi insan buna. ama ben ne hissediyorum bilmiyorum. sanırım bi sahnede dondu kaldı o benim için. bi yüz ifadesiyle dondu geçmişimde. üstüne tonla anı yaşandı, tonla sahne dondu hafızamda ama o cımbızla alınmış gibi hayatımdan, eksildi. eksikliğiyle bile yüzleşemedim. korktum. onu hatırlamaktan, onun yokluğunu kendime fısıldamaktan bile korktum. o şimdi bi yatakta, üstelik metaforun böylesi ya; bana acı veren bi yerin yatağında, onun hayatı için tüm bunlara değecek bi mutluluk yaşamak için acı çekiyor. benim canım burada başka türlü yanıyor. onunla ilgili her aldığım haberde daha da uzaklaşıyorum ondan. belki de yanılıyorum, bilmiyorum. onu özlüyor muyum diye bile sormuyorum kendime. onun adını anmaktan bile korkuyorum. onun yarasını kanartmaktan korkuyorum. baş edememekten korkuyorum. sadece korkuyorum işte. ama o hızla giden bi otobüs gibi uzaklaşıyor benden. ben yalnızca olduğum yerde duruyorum, hayatıma bi yön veremiyorum, yalnızca ağlıyorum. insanın aklından ne saçma şeyler geçiyor böylesi hüzün anlarında, hiç tahmin edemezdim. kendimi arada ki zamanı onunla ilgili yaşamamış, kocaman bi adımla bu ana gelmiş gibi hissediyorum. o kötü günden, onun donmuş resminden bu güne koca bi adımla atlamışım gibi. ama onun hayatı aktı gitti, çok şey yaşadı. bense kaldım burada. yaram iyileşir sandım ama yalnızca kanayan yaramla kaldım. birazdan yine kafamda ki düşüncelerden kurtulmak için hızla kafamı sallıycam ve bu düşünceden kurtulucam. yine günlük sandığım hayatıma dönücem. ve yine yaramı orada kanar bırakacağım. yine yüzleşmekten ölesiye korkucam. çünkü yapamıycam, denemiycem bile. dedim ya ölesiye korkuyorum. onu özlemek duygusuyla baş edememekten korkuyorum, hazmedememekten ve onu sonsuza dek hayatımdan çıkarmaya hazır olmadığımdan korkuyorum ve denemiycem.
eski günleri de istemiyorum, onu bu kadar değişmiş de istemiyorum. o yüzden yine denemiycem ve kafamı bütün gücümle sallayıp yok sayıcam. daha güçlü olmayı umduğum bi güne erteliycem bu hesaplaşmayı. yada benimle birlikte toprağın altına gireceği ana kadar kanayarak kalacak o yara. toprağın altı bile onunla yüzleşmekten daha kolay bi çözüm benim için. aptalca ama öyle. şimdi evelyn gibiyim. yalnızca biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var.


29 Ekim 2012 Pazartesi

Restless

çok çok sevdiğim bi yönetmen olan Gus van sant yine yaptı yapacağını ve şahane bi filmle, milk'ten sonra yine gönlümüzün tahtına kuruldu .
Restless'in teması "ölüm" ama bu kadar kederli ve karanlık bi konu ancak bu kadar zarif ve histeriklik eşiğine yaklaşmadan anlatılabilirdi. filmin senaristi jason lew bu senaryoyu yazarken kült olan şahane film "harold ve maude" dan etkilenmiş. iki filmin oldukça ortak noktası olsada filmin karakteristik yapısı onu taklik olmaktan epey kurtarmış. 

güzeller güzeli annabel sayılı zamanı kalmış ama bunu çokta umursamadan hayatının kalanını anlamlı kılmaya çalışan ve dünyayı anlamayı en önemli iş sayan bi kız. enoch ise ailesini bi trafik kazasında kaybetmiş uzun bi süre komada kaldığından ailesinin cenazesinde bulunamamış ve bu yüzden sürekli yabancıların cenazesine gitmeyi hobi edinmiş biri. ve bu iki tutunamayan bi cenazede karşılaşıyorlar ve çok duygusal bi hikaye başlıyor... 
hikayede yan karakterler bile öyle güzel ve farklı kurgulanmış ki, gus van inanılmaz güzel bi iş çıkarmış. aşşağıda ki enoch ve annabel'in durumdan tedirgin ablasını anlatan gif buna şahane bi örnek;   
hele ki hikayeye çok önemli bi anlam kazandırmış olan enoch'ın hayalet arkadaşı kamikaze pilotu hiroshi'ye girmek bile istemiyorum. zira kendimi hikayenin tamamını anlatırken bulabilirim.
geçen yıl gus van'ın sinemayı bıraktığını ve bunun son filmi olduğunu okumuş ve çok üzülmüştüm. ama bunu şimdilik bi süreliğine ertelemiş olacak ki, bundan sonra iki projede daha yönetmenlik yaptı. ancak sanıyorum ki çok fazla devam etmeyecek bu durum ve yüzümüzü çok güldürmeyecek gibi.

p.s.filmde annabel'in okuduğu kuşlarla ilgili kitaptan seçmeleri o kadar senaryoyu tamamlıyordu ki anlatamam. en kısa zamanda edineceğim o kitabı (:

p.s.s.bi de benim daha önce blogumda bayılarak bahsettiğim bi çocuk vardı;Sufjan Stevens. işte bu filmin soundtracklerini o yapmış, çok da güzel olmuş...

23 Ekim 2012 Salı

Yalnız bi' kuş!

benim müzik kültürüme öyle ivme kazanmamış biri değildir göksel. ama bu albüm bana aslında yaptığı piyasa işlerinin altında çok sağlam bi göksel'in var olduğunu gösterdi!
muazzez ersoydan sonra içimizin kalktığı bi duruma dönüşen "nostalji" albümlerinin bi değişik modeli olan  melankolik yeşilçam şarkılarından ekmek yiyordu epeydir göksel. ama muazzez ersoy kadar rahatsız etmeyen bi havası da vardı tabi gökselin(o kadar da hakkını yemeyeyim). ama bu göksel albümü bence onun hayatında bi dönüm noktası olmuş. çünkü göksel hep çok fazla hisleriyle yaşayan bi kadın ve hayatı nasıl gidiyorsa onun yansımaları şarkılar yapıyor. göksel'in hayatında ki en büyük yeri de çok büyük bi aşkla sevdiği eski kocası alıyor. ve bu adam hem aşık olduğu hem de bütün albümlerinin prodüktörü olunca, bütün göksel şarkılarının paçalarından damlamıyor akıyor adeta. ama bu albüm gökselin ondan sıyrıldığı bi albüm olmuş, hem aşk hem prodüktörlük anlamında(bana öyle geliyor ki, bu albüm gökselin o aşktan son bahsedişi). 
bu albümde ilk kez başka ve isabetli bi isimle; ozan çolakoğlu ile çalışmış göksel. ve aralarında ki ten uyumu öyle iyi sağlanmış ki, belki de gerçek gökselin ortaya çıkmasını sağlamış bu birliktelik. bakalım bundan sonra ki albümlerde görücez ne kadar istikrarlı bi çizgi tutturacaklarını. 
ama ben bu albümü çok çok sevdim. çok uzun zaman olmuştu yeni çıkmış bi albümü tüm şarkılarını severek dinlemeyeli. hatta övgüyü biraz daha ileri taşıyıp "bence bu öyle bi albüm olmuş ki, sözler/alt yapılar/albüm fotoğrafları/göksel'in samimiyeti vs. herşey acayip bi bütünlük oluşturmuş" demek istiyorum. bide gerçekten altını koyu çizmek istiyorum; fotoğraflar çok güzel olmuş... 
eee ne diyelim popüler kültür deyip yabana atmamak lazım, böylesi hakkı verilmesi gereken işler de çıkıyor içinden.
bi de beni çeken en büyük unsurlardan biri ayrılığın yükünü atmaya çalışan "bi kadın" teması ve bunu taçlandırma şekli "bi" vurgusu. henüz ayrılık sonrası tam "bir" olamamış anca "bi" olabilmiş bi kadın (: 
çok hoş bi metafor ve benim "bi" düşkünlüğümden de epey takdir gördü haliyle...
keyifli zamanlarda dinleyin diyeceğim ama ağır ayrılık havası insanı dikkat etmezse bunalıma da sokabilir, buda tutanaklara böyle geçsin. 
çok çok öptüm.

19 Ekim 2012 Cuma

2 terapi unsuru;


1-King Of Leon; yakışıklı piçlerden oluşan şahane bi grup. çok seviyorum/çok dinliyorum, öyle tatlılar ki anlatamam...
2-Kötü Çocuk Pezevenk; sosyal hayatta pısıp kalıp evde kameraya atarlanan gençlik videolardan biri işte. çok var bunlardan ama işte bu video beni çok güldürüyor, hemde öyle böyle değil, aklıma geldikçe kıkırdıyorum. bazen bu tip şeylerle karşılaştıkça düşünüyorum "bizim ergenliğimize de denk gelseydi bu teknoloji, bende yapar mıydım böyle şeyler?" diye.  ımmm, kesin olmamakla beraber mümkün görünüyor (: çünkü netice de ergensin yani durum ne kadar farklı olabilir ki? hiç birimiz ergenken sanki hiç aynalara bakıp kendimizi; o bizi deli eden kızı/çocuğu/hocayı vs. ağzını burnunu kırarken yada çok pis laf sokarken hayal etmedik mi? ettik. e işte onların yaptığı da aynalar yerine kameraya atarlanmak (: 
onun için böbürlenmeyi ve "yazık ya bu gençlik nereye gidiyor!" tiriplerine girmeyi bırakın. ayıplamayın da, normal karşılayın ve gülün. çok ciddiye alınacak bi durum yok, deli gibi komik işte... 

14 Ekim 2012 Pazar

sen kazandın eyvallah, ama sanma ki bu böyle gider!

nafile bi çabaydı benimkisi biliyordum, ama yinede elimden geldiğince direndim. kabullenmedim, daha çok erken dedim, hayıırr! dedim, hatta şiirde ki kadar hüzünlüydü tavrım; "bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan, oysa yapacak ne çok şey vardı ve ne kadar az zaman!"
ama yapacak bi şey yoktu artık, atritlerim tehlike sinyalleri vereli çok olmuştu ama ben sadece kafamı sallayıp yok saydım. haince aklımdaydı, ona kavuşsam daha mesut geçecekti gecelerim biliyordum ama istemiyordum. hazır değildim. direnirsem başarabilirim sandım, şu soğuk gecelerde titreyerek de olsa onsuz yaşarım sandım...
ama artık yapacak bi şey kalmamıştı ve bende; teslim oldum ve sıcacık yorganımın koynuna yeniden girdim (:
daha mı mesudum? evet, ama daha mı üzgünüm? ona daha da kallavi bi evet.

12 Ekim 2012 Cuma

Haritada bi nokta

Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. 
Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? 
Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. 
Hırs, hiddet neme gerekti? 
Yapamadım.

5 Ekim 2012 Cuma

Hayaller insan mı? aforizması...

Valla oturup uzun uzun yazmaya gerek yok, this is my mood;



4 Ekim 2012 Perşembe

Be Brave!

Pixar yine beni kalbimden vurdu! Ve nihayet beklenen şey 13.pixar animasyonunda oldu;bi kadın kahraman (:
bize hep fantastik filmler ve kitaplar prenseslerin;upuzun bacaklı, upuzun dümdüz ipek saçlı ve güzeller güzeli olduklarını anlattılar. sanırım diğer türlü prenseslerin hikayeleri dinlenmeye değmiyordu!
çok da garip gelmiyor aslında, çünkü fantastik hikayeler erkeklerin doğası olan (yada öyle inandıkları) savaşçı taraflarına hitap ettiğinden daha çok onların kahramanlık hikayeleri ve elbetteki onca mücadele sonrası hak ettikleri güzeller güzeli prensese sahip oldukları hikayeler olmak zorunda oluyor. hiç çirkin bi prenses için yapılmış bi kahramanlık destanı duymadım. yada yapıldıysa bile insanlar anlatıp yayma lüzumu görmemişte olabilirler, bilemiyorum (:
kahramanlık hikayelerinde erkeklere düşen rol "güç"tür, kadınlara ise "güzellik" işin doğası/insanların dinlemeyi sevdikleri bu, eyvallah! ama bu başka işte, pixar da sanırım bunun demode bi kalıp olduğuna inanmış olacak ki burada erkek hegemonyasına ait bi savaş anlatmamış, burada anne/kız yani tipik doğru/dahadoğru çatışmasını bi destana/kahramanlık hikayesine dönüştürmüş. çok da güzel yapmış.
beni yine çok ağlattılar ya la (:
konusunu anlatmakla anlatmamak arasında kalıyorum ama, ilginizi uyandırmak için bir iki şey söylemem gerekiyor ve onları söylersem de büyüsü kaçar diye korkuyorum.
hım, kısaca şöyle toparlayayım o zaman; annesinin hayalinde ki prenses olmaktan çok uzak olan ve sınırların zorlandığı bir anda ondan nefret ettiğini düşünen merida annesine bi büyü yaptırıyor ama işler istediği gibi gitmiyor ve annesi bi ayıya dönüşüyor... gerisi oturup izlenesi işte, izleyen herkes (cinsiyet ayırmaya gerek yok ama haliyle daha çok kızlar) bu inanılmaz güzellikteki hikayede kendinden çok şey bulacaktır...

hikayenin sonunda merida'nın söyledikleri (ortaçgil'in dediği tonda hemde!) "acıtır!";
Kaderin bizim kontrolümüzde olmadığını söyleyenler var.
Alın yazısını bizim yazamayacağımızı söyleyenler...
Ama ben biliyorum, kaderimiz içimizde yatıyor,
sadece onu görebilecek kadar cesur olmamız gerek.


p.s. merida'nın babası Fergus'un kızının taklidini* yaparken onu bu kadar doğru ve ilginç tanımlaması da beni çok güldürdü hani!
*Fergus; Evlenmek istemiyorum.bekar kalıp saçlarımı rüzgarda dalgalandırmak istiyorum.
günbatımında vadideki yanan okların içinde dolaşır gibi (:

15 Eylül 2012 Cumartesi

Life is Good? Imm, maybe!

Hayat öyle oyunlar oynuyor ki, nereye tutunsam düşüyorum. Tam da palyaçonun dediği gibi, ağlayamadığımdan gülüyorum.
P.Auster

27 Haziran 2012 Çarşamba

25 Haziran 2012 Pazartesi

No hero in her skies!

dünyanın en güzel açılış sekanslarından birini barındıran, adıyla da beni benden alan "loser" filminin güzeller güzeli içli soundtrack'i...

15 Haziran 2012 Cuma

bi gün...

bi gün vardı, nerden düştü şimdi aklıma bilmiyorum. bi gün oturmuş konuşmuştuk, bi tarih için sözleşmiştik. tarih neydi hatırlamıyorum. o an yaşadığımız bi sorun vardı ve işte o hatırlayamadığım tarih için "o gün bu sorun geçmiş olucak ve biz başka hatta bambaşka şeylerle uğraşıyor olucaz" demiştim. neydi o sorun onu da hatırlamıyorum, çok önce mi yapılmış bi konuşmaydı bu, yada henüz o kadar da eskimemişmiydi! onu bile hatırlamıyorum. kim bilir, belki sözleştiğimiz gün bile çoktan geçmiştir... zaman beni mi haklı çıkardı acaba, ondan bile emin değilim. ve ben hatırlamadığım bi günün kederindeyim şuan ve bu garip hemde çok garip...
-hayat geçip gidiyor! kim bilir kaç milyarıncı insanım bunu düşünen ve buna üzülen...
bunu düşünmek bile çok kederli aslında. bu çıkmaz, bu yarın hatırlamakta zorlanacağım ve hatta muhtemelen hatırlayamayacağım kaçıncı bu duruma iç geçirişim...
sorunsallar çok aynı aslında ama yine de her seferin de yep yeniymiş gibi de! bi tanıdıklık var gibi de geliyor karşılaştığımızda ama çıkaramayınca nerden tanıdığımızı çokta üstünde durmadan hemen yeni dertlerimizi bağrımıza basıveriyoruz.
...bi gün gelicek ve ben belki de bu yazıyı ne için yazdığımı bile hatırlamıycam...
belki de,
umarım hatırlamıycam ve o gün bunun aynısı bi sorunla boğuşuyor olurken ve onu da hiç unutamıycağımı sanıcam...

bu şarkıyı tüm yaşamımızı katlanabilir kılan zayıf hafızama armağan ediyorum...

24 Nisan 2012 Salı

ben futbol sevmem, sevene de karışmam o ayrı...

dün gittim hayatımda ilk defa iddaa oynadım, hem de öyle "o kazanır bu kazanır"ına değil, direk skoruna (:
valla dedim ya futboldan anlamam diye,
2-1 fener galibiyetinin kuponunu yatırırken vezne önünde birikmiş ergenus ve az biraz üstü delikanlıların alaycı gülüşmelerine ve bakışlarına maruz kaldım. içten bi çemkirdim tabi, ama onların çöplüğünde pekte kafa tutmak istemedim... bi yandan da fanatik galatasaraylı kardeşim "abla yapma bak hayatta tutmaz bu kupon, yatırdın say ben kazanırsan(ki imkansız) sana veririm" falan diye vızıldanıyordu, sonra baktı ki ergenuslar benimle hafiften bi "kız işte ya, ne anlar" alayı geçiyorlar, onlardan özür dilercesine bakarak iyice kulağımın dibine kadar eğildi ve "bak herkes sana gülüyor, gel vazgeç" diyerek yeniden kontra atağa geçti (peh peh peh futbol terimlerine gel!) ve bende ona doğru başımı ağır bi hareketle döndürerek ve bilgece bi ses tonuyla dedim ki "bu kupon tutarsa bu salaklarlar beni asla unutmayacaklar, sıkma canını!"(ahahhaha işte böyle bi günde böyle hayatımın en beylik cümlesini bi iddaa bayiinde sarfettim ve miladım da övünecek bişey sahibi oldum)
(:
maçın son 4 dakikasını galatasaraylılardan oluşan bi tekel bayisi televizyonundan izledim, tam maç bitti millet küfür falan derken ben "işte bu!" dercesine bi gururla kollar havada arkama bakmadan çıktım ordan (:
tabi ilk iş hemen kardeşimi aradım "rerererarara" marşıyla bağırmasaydım telefonda iyiydi de, o biraz bilmezliğimden oldu(: ama olsun o ne demek istediğimi anladı...

sonra, bu haftaki fener-beşiktaş maçına da oyna diye ısrar etti ali, ama ben "zirvede bırakıcam, herkes beni böyle hatırlasın" dedim...

bugün de kazandığım parayla gittim bi güzel saçlarımı kestirdim, boyattım, annemin saçlarını bile kestirdim! artık "forever futbol" benim için yani... gerçi erkek parası yemiş gibi hissediyorum kendimi, onlar terledi ben kazandım ama pek keyifliydi ya yemesi de(:

aslında kazanma formülüm bu abiden! pekte farklı olmadı, gözlemledim, attım hafazıya sonra da gerekeni yaptım (yok yok bu abi kadar bile olamadım, ben direk kutusunu hisseden "var mısın, yok musun?" yarışmacısı gibi hislerime güvendim)
nede olsa beyin bedava!!!

paranınkokusunualantaraftar
bildirdi (:

16 Nisan 2012 Pazartesi

deliricem şu tatlılığa bak ya!



buna ise gülmekten öldüm, artis! (:

5 Nisan 2012 Perşembe

Mike Mills!

dünya algısı normalin biraz daha üstünde ve hassasiyetin epeyce baskın olduğu zihinleri çok seviyorum. onlar için üzülüyorum da tabi, çünkü hayat onlar için ekstra zordur...
bu tip bi düşünce dinamiğine izlediğim iki filminde de gördüğüm Mike Mills bi örnektir;
önce Mike Mills den bahsetmek isterim. şimdilik iki filmi olsa da (deneyseller ve kısa filmler hariç) ikisi de çok başarılı olan bi yönetmen. son filmin de(beginners) kendi otobiyografisini bütün samimiyetiyle paylaşmış seyircisiyle.
henüz orta yaşlarında bi adam ve pek çok yeteneği var; grafik tasarımcısı/albüm sahibi gitarist/fotoğraf sanatçısı/video klip ve reklam filmleri yönetmeni/yazar ve tabi ki iyi bi yönetmen...
ve bir de değinmeden geçemeyeceğim bi konu da karısı, yani Miranda July... kendisi benim için "çok enteresan" çalışan bi kafa yapısına sahip biri ve çok büyük umutla takip ettiğim bi kadındır, onun da çok önemli işler başaracağına eminim, yaptıkları yapacaklarının teminatı benim için...
neyse konumuz mills ve ona dönecek olursak, koltuk altın da pek çok karpuz taşıyan bi adam işte görüldüğü üzre!

first - BEGİNNERS

ne diyim bilmiyorum o kadar zarif, o kadar naif ve o kadar kırılgan bi hikaye ki bu film, adını sonuna kadar hakediyor. 75 yaşında karısını kaybettikten sonra eşçinsel olduğunu açıklayan kanser hastası bi baba ve onun 38 yaşında ki kendi kadar garip ve pek hayatta tutunamamış oğlu... iki kuşaktan adam ve ikisi de hayatta bi çok konuda acemiler. birbirlerini her aile bireylerinin birbirini tanıdığı kadar tanıyorlar; yani çok az... mills'ın babasını ve kendisini keşfini anlatan bi biyografi olmuş bu aslında...
bi de filmde oliver ve şekerler şekeri köpeği arthur arasında ki diyaloglar ve tespitler de beni öldürdü... hele sürekli arthur'un bu cümleyi tekrarlayışı ise beni çok güldürdü (: yani dramatik mi? evet ama bence daha çok umut verici ve eğlenceli bi film olmuş, ben çok tebessümle ve kikirdemeyle izledim valla (:


second - THUMBSUCKER

bi de ilk filmi olan thumbsuck var. aslında o da ayrı övülesi bi film... bi kitap uyarlaması olan konusu ve yönetmenin başarısı yine tartışılmaz tabi ki, bir de o içli içli bakan gözleriyle Lou Taylor Pucci beni benden aldı! çocukluktan kalma bi çeşit rahatlama yöntemine dönüşen bi alışkanlık;başparmak emme... ama 17 yaşında bi ergen için hayatı mahveden bi kabusa dönüşünce dişçisi (Keanu Reeves) onu hipnozla tedavi eder ama bu seferde bambaşka sorunlara vesile olur... film de özellikle bi kaç diyalog vardı ki "kağıt yok mu kağıt? not almalıyım" dedirtti bana... sıralamayayım şimdi şartlamış gibi olmak istemem (: beginners benim için daha bi ağır bassa da bu filmi de çok beğendim...
bilginize,





öptüm bye (:

29 Mart 2012 Perşembe

hep dönüp dolaşıp aynı kitaptan mı bişeyler gelir insanın aklına!

-Neden bu kadar kötümsersin?
-Sen neden değilsin? Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlerine bile, Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor. Sonra? Haydi bayanlar, baylar! Bu fırsatı kaçırmayın. Siz de girin, siz de görün. Üç perdelik dram. Birinci kısım: Dağlar dümdüz. İkinci kısım: Ne çok tepe! Üçüncü kısım: Ova batak.
Bu günlük bu kadar baylar. İyi geceler. Yarın gene bekleriz.


Yusuf Atılgan - Aylak Adam

14 Mart 2012 Çarşamba

erkekler dünya da ki en dürüst düşünür müdür ne?

erkekler hayatta hep düz düşünür, kadınların çetrefilli akıl oyunları onlar için hayatta hep çözümü mümkün olmayan bi teoremdir. Basittir yani erkekler, hayır dediklerinde hayır demek isterler. kadınlar gibi arkasından bişey bekleyen kuyruklu bi hayır değildir onların ki... övmüyorum aslında erkekleri, çünkü bi kadın olarak bende onlardan çok çekiyorum ama gerçek de bu yani; adamlar da neyse o yada bildiğin düz odun (:

• GQ dergisinin bu ay çıkan ilk sayısında 400 erkek arasında yapılmış bir araştırmaya yer verildi. Araştırma sonuçlarından bazılarını paylaşıyorum:

- Erkeklerin %62’si “pembe delikanlıyı bozar” diyor. %13’ü “pembe hangisiydi? O eflatun gibi olan mı?” diyor.

- Yarısından fazlası “gardırobunuzdaki en önemli şeyler nedir?” sorusuna “ayakkabı” diyor. %36’sı “gardıropta ayakkabının ne işi var, ayakkabı kapının orda ayakkabılıkta olur” diyor.

- %17’si halı sahada futbol oynuyor. Bunların %89’u forvet, %0,0002’si kaleci.

- Çalışan erkeklerin %59’u şartlar öyle geliştiği için şu anki işinde olduğunu söylüyor. %41’i ise şartlar böyle geliştiği için.

- %77’si işyerinde “kadın patrona evet”, %23’ü ise “erkek patrona hayır” diyor.

- %78’i “kredi kartı kullanıyorum” demiş. %22’sinin kartı ise borcundan dolayı alışverişe kapalıymış.

- Ortalama aylık bakım ve kozmetik harcaması 118 TL. (Araba cilası ve araba şampuanı dâhil.)

- Erkeklerin %70’i “sevgilimi ya da eşimi aldatmam” diyor ve %83’ü hayatta yalan söylediğini kabul ediyor.

29 Şubat 2012 Çarşamba

...

sürekli kavga etmekten yoruldum...
hayatta sanki yeterince az sorun varmış gibi bir de birbirimizle sürekli kavga ediyoruz, arkadaşlık dostluk hayatı kolaylaştıran şeyler olmalıyken sürekli bi kambura dönüşüyor gittikçe ağırlaşan... bunlar çok üzücü şeyler, bunlar çok yorucu şeyler de aynı zamanda.
önemsenmek ne lanet bi duygu, ne insanın içini kemiren, ne çok bencilleştiren, ne çok ehlileştiremediğimiz bi duygu... lanet bi yular gibi dolanırken boynumuza ve sinsice içimize yerleşen bi bencillik halini alırken herşey, ne kadar da vahimleşiyor böyle.
yaş aldıkça hayat katlanılamaz bi bok çukuruna dönüşürken ve el ele tutuştuğumuzu sanırken o tutuştuğumuz ellerin bizi yukarı taşımak yerine daha çok bu bok çuruna çekmesi ne kadar da acınacak bi durum.
artık "tamam, daha kötü olamaz" dedikçe sinsice bizi bekleyen bu lanet duygular ortaya çıkmak için bi çakal gibi bekliyor.
daha kaç kişi kaybedilebilir bu yolda, daha kaç kişi heba edilebilir bu duygulara bilmiyorum, çözemiyorum, çıkış yolu bulamıyorum, deliriyorum...
artık yoruldum,
en çok da sevdiklerimle kavga etmekten. yıllarca hep kör bi köpek gibi yapıştım dostulkarıma ama her seferinde hüsran işte, kimse mutlu değil yine, hep aynı son belki de...
ne yapmalı? kime gitmeli? kimden sormalı? bilemiyorum...
hep unutmak için, görmezden gelmek için yollar arıyorum! her seferinde değişti bu deneyimler, şimdiler de yanlızca uyku! kaçış yerim...
uykunun uyuşukluğu, zaman diliminin yok oluşluğu, dinlenirim umudu, ama hep bitmeyen düşler, düşler de kavgalar, kavgalar da çaresizlik, çarenin bulunamadığı yerlerin yoruculuğu, çarenin bi canlı formuna bürenemeyişliği... çaresizlik kısacası, uzuncasıysa derin ve daha çok sıkıntı veren bi soluk...
soğuğun yüzüme çarpışının bile içimde ki yangını söndüremeyişi, tarihte yaşanmış bi sürü deneyimin bile bunlara daha basit bakmamı sağlayamayışı. ve lanet olası deneyim arzusu!
bazen dinlenme konumuna geçmenin yaraları iyleştirebilmesinin mümkün olmasını istemek çok mu mümkünatsız, çok mu zor zamanın herşeye iyi gelmesi. sürekli gardını alarak yaşamak zorunda olmamak hiçbir kıtada, hiçbir toplulukta mümkün değil mi?

kafam yanlızca çok bulanık, öyle çaresiz bakınıp dururken duvarlara ve hiçbir şey konuşmak istemezken, kıpırtısız duran bi yaprak gibi evrenin beni unutmasını istemek çok mu aptalca...
"tanımlar sınırlar!" demiş büyük bi adam, ama o büyük adam da hiç mi darlanmamış başkaldırıdan, hiç mi istememiş yanlızca dendiği için bişeylerin doğru olmasını ve denileni yapmanın daha huzur vermesini...
çatışma dolu bi hayat sürerken huzur beklemek çok avanakça belki, belki sandığım kadar zeki değilim! belki evren/tanrı/ilahi güç/enerji diye bişey var ve yine belki tüm bunlar sonu belli senaryolarımız.
buna inanabilmeyi çok isterdim, o zaman direnmez durgunca akmayı da bilirdim, böyle delirmez böyle çoşup dar geçitler de bi kaşık suda fırtına kopartmazdım...

insanın hayatta yaptığı herşey biliyorum ki en büyük efendimize hizmet ediyor; egomuza...
ne lanet şeydir bu böyle, adı bile çok çirkin, ama orada ve tüm ihtişamıyla duruyor işte! sadece duruyor ve herşeyi böyle berbat hale getirmeyi başarabiliyor. varlığı yetiyor yalnızca. onu çalıştıran düzenek hep duygularımız ve zihinlerimizin çalışması oluyor...
bu duygudan sıyrılabilenler olduğu söyleniyor; bi evren de, bi zaman dilimin de, hayatın bi yerin de mümkün olduğunu söyleyenler var. ne çok isterdim kendi egomdan kurtulmayı istediğim kadar sevdiklerimin de egolarının yok oluşunu görmeyi...

belki babil'in asma bahçelirinin vericeği huzurdan bile daha ihtişamlı ama mütevazi bi sakinlik olurdu, kim bilir!?

yalnızca soluk almadan yazıyorum, yalnızca evrenle kurmaya çalıştığım sükuneti bozmamaya çalışıyorum, yalnızca içeri gidip annemle saçma bi diziyi izleyebilecek kadar içimde ki kavganın gürültüsünün dinmesini istiyorum, yalnızca artık en büyük savaş yerim olan zihnimin biraz durulmasını istiyorum, yalnızca biraz mola istiyorum, yalnızca tek bi kere işler yolunda gitsin istiyorum, yalnızca... işte öyle hep istiyorum, bunu yapan da yine kutsal efendim sanırım, herkes ona ego diyor ben de utançla boynumu yere eğiyorum...

28 Şubat 2012 Salı

kar ve bana ettikleri!

demin camdan dışarı baktım yine kar yağıyordu sonra aklıma bunlar geldi;
-her bir kar tanesinin parmak izi gibi eşsiz oluşu
-ölmek için yeterli ağrı eşiğinin 43 ama doğumlarda kadınların ağrı eşiğinin 57 oluşu
-yeni doğan bebeğin topuk iziyle annenin baş parmak izinin aynı oluşu
-insanın bütün damarlarının birleşmesiyle dünyayı iki kere dolanabileceği
-ay'a ayak basan astronotu(adını hatırlayamadım)dünya nefesini tutmuş izlerken cebinden bi diş fırçası çıkararak dişini fırçalıyormuş gibi yapışını
-deve kuşunun gözünün beyninden daha büyük oluşunu
-açık bi havada çıplak gözle iki bin yıldız görülebildiğini
-bütün okyanusların en uzak noktalarının çin oluşunu
-yarım kilo bal için arıların iki milyon çiçek dolaştıklarını
-venüsün saat yönünde dönen tek gezegen oluşunu
-eyfel kulesinin 1700 den fazla basamaktan oluştuğunu
-Marilyn Monroe'nun 6 ayak parmağı oluşunu
ve en güzel grup yıldızının (bence) orion olduğunu
evet bunların hepsini bi sigara içişlik sürede düşündüm, nerden biliyorum bu kadar gereksiz bilgiyi (hani öyle diyorlar ya!) bilmiyorum ama, ergen beynimi derslerle doldurmak yerine böyle bilgilerle doldurmaya bayılırdım. her birinde hayrete düşerdim de elimden tutanım olmazdı, ergenlik zor zanaat biliyon mu?(yıldız tilbe yamuk ağzıyla dedim hatta "biliyon mu"diye ahahahha ay çok güldüm) neyse o dönem en büyük bilgi kaynağımda böyle bilgiler veren tofitalardı(hala var mı? bilmiyorum) onlardan var ya deli gibi yerdim bunları okuycam diye! işte bu pek kimse için bi anlamı olmayan bilgilerin ordan kalma olduklarına dair çok ciddi şüphelerim var (:

keyifli uykular olsun efenim, görüşmek umuduyla
eskibitofitasever(:

17 Şubat 2012 Cuma

arkadaşlar, dostlar, romalılar; bi buika var ki benden içerü



beni bu bir ve ki konsere götürecek yiğit yada yiğitler arıyorum. duy sesimi sevincim, alimm...

7 Ocak 2012 Cumartesi

içim kıpır kıpır (:

çok heyecanlıyım ya nasıl uyuycam bilmiyorum. uzun zamandır beklediğim ilham perim geldi omuzuma kondu(:
zor zamanlar geride kalıcak umarım bu sayede, herşey iyi bi limana doğru yola çıktı gibi...
iyi düşün iyi olsun derler ya öyle yapıcaz artık...
pozitifim uleyn bu gece, uzun zamandan beri ilk kez kendimi iyi hissediyorum.
bilginize(:
bu güzel şarkı da benden gelsin