28 Ekim 2009 Çarşamba

"öyle haller içinde ki halim, türkçeye çevirmeye yok mecalim!"

deminden beri neye elimi uzatsam o işi yapmaktan alıkoyan, bi ben daha sürekli geriden kulağıma fısıldıyor;
"aman boşver, yapıcaksın da n'olucak?"
hak da veriyorum sanırım bu alt benliğime, zira sesim çıkmıyor hemen kabullenip başım önümde siniyorum derin boşluğuma...
bi darmadağınık ruh halidir ki, almış başını gidiyor. hayatla hiç bitmedi kavgam ama, kavga da etmiyorum şuan!
acayip bi yılgınlık, enseme vursalar sesim çıkmıycak gibi sanki...
insan uzunca bi filme başlarken şöyle bi yerleşir yaylanır ya, "nasılsa uzunca bi zaman burdayım, rahat pozisyonumu bulayım" der gibi. onu sağlıyamıyorum ben hayatla aramda. her yeri batıyor bana hayatın.
bide dalga geçiyor sanki benimle, tam herşey bundan daha ters gidemez dediğimde o en olmayacak şeyleri bile yüzüme püskürtüyor. zaten artık "daha kötüsü de olamaz" demeyi de bıraktım, razıyım galiba artık benimle ilgili hesaplarına. yapıcak bişey yok sanki,
adam yerine koyup benim için bi plan yapmışsa ne ala...

bi zamanlar kendimi önemli biri gibi hissederdim. ama en büyük yanılgıyla körüklemişim egomun azgın ateşini, haberim yok...
artık kendimi mühim görmek bi yana "bi"ri gibi görmekten öteye gidemiyorum.
"insan ruhunu tımar etme" safhaların ikincisine geçmişim, öyle diyor birileri... 1.si: kendini herşeyden çok önemsemek miş! tehlikeli bir suymuş çıkması zormuş. 2.si: kendinin önemli olmadığını anlayıp kendinden başka herşeyin önemli olduğunu kabullenmek miş! bu da oldukça tehlikeli bi suymuş ve alaşşağı edilmiş egon her çıkma çabanda kafana bi kürekle vururmuş, burdan da kurtulmak epey zormuş...
teoriyle-pratiğin uyumunu yakalamak zor. evet, bunun bi aşama olduğunu biliyorum. ama işin kötüsü kabul edemiyorum, çünkü içindeyim...
ben bu sulardan zor sağ çıkarım gibi,
kendimle dalga geçip hafifletmeye çalışıyorum bu zamanları... çok beceremiyorum ama, bazen biraz tebessüm ettiriyor, kederden artık akıtacak tek damlası kalmamış gözlerimin bana hatırlattıkları, önceki hayatların benzer duyguları:

bkz. nazım hikmet;

"fasulya gibi yaşıyorum son zamanlarda
kuru fasulya gibi.
kuru fasulyanın pilakisi yapılır
benden o da yapılmaz."

yada barış manço;

sözüm meclisten dışarı dostlar
bugünlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum...
hani dilim dilim doğrasalar beni,
marmara ege karadeniz ve hatta akdeniz
cacık olur diyorum.
derdim öylesine büyük ki dostlar
kırka yarıp yine kırka bölseler,
ve kırk bostana gübre diye serpseler,
kırkbin tane ot biter de kırkbin derde deva olur diyorum.
ne oldu bana böyle durup dururken,
oğlan aldı başını gitti, kız zaten lafımı dinlemezdi.
düğmem kopuk paçam sökük,
oramda buramda çengelli iğneler,
bir de çengelli iğne nazar bozar derler.
hanımın çorabı kaçık, başında bigudiler
karabaş bile, karabaş bile
suratima bakıp bakıp havlıyor.
övünmek gibi olmasın ama dostlar,
kendimi hıyar gibi hissediyorum.
hani ince kıyım doğrasalar beni,
akdeniz cacık olur diyorum.
ve hatta atlas okyanusu
ve hatta hint okyanusu
ve hatta hatta büyük okyanus
cacık olur diyorum...
böyle cacığa rakı mı dayanır,
çivi çiviyi söker derler.
soğuktan donanı buzla ovarlar.
ben zaten yanmışım dostlar.
peki beni fırına mı koysalar!
zeytin suyuna kuru ekmek ,
böyle gelmiş böyle gidecek...



biraz gülümsedim ama, hala kederli
öyle işte...

23 Ekim 2009 Cuma

tom waits - green grass

sevdiği şeyleri paylaşmayı sever ya insan (bazısı sevmez ama ben severim), bu kendisinin, yeni tanımlarla tanıtılması gereken biri olduğunu gösteren adamı ben çok seviyorum.(bkz.Gary Graff onun sesini "bir fıçı burbonda ıslatıldıktan sonra beş ay tütsülenmiş ve ardından da bir arabanın altında çiğnenmiş" şeklinde tanımlamıştır.)
green grass(yeşil çimenler)...
http://www.youtube.com/watch?v=acv_a6O8doo
yani ne söyleyebilirim bilmiyorum,ama işte bazı şarkılar yada kitaplar vs. var ki, o çok sevdiğiniz adamların bile önüne geçiyor. green grass benim için "charles bukowski" demek, o çok korktuğum ölümü bile korkuyla değil, usul bi kederle anmamı sağlayan, sadece ölümü bile değil gidişleri sükunetle karşılamamı sağlayan, hatta nefret ettiğim halde canımın viski yada burbon çekmesini sağlayan şarkı (kendisinin sürekli sahnede fuşya rengi gömleğiyle piyano başında viski içmesinin etkisi sanırım)
...
yaşarken kendine, ölümünde anılıcağı bi eser bırakmak trajedinin dik alasıdır sanırım, yani benim mi fantazi dünyam çok geniş bilmiyorum. öldüğünde insanlar bu şarkıyı çalıcaklar, senin büyüklüğünden bahsedip senin sesinden senin vasiyetin gibi o şarkıyı dinleyip ağlıycaklar. yokluğunun yarattığı teselliyi yine senin sesinden dinledikleri bi şarkıyla bulmaya çalışıcaklar. çok tüyler ürpertici dimi...

aynı şarkıyı film seçimlerine sempati duyduğum ama kendisini o kadar da beğenmediğim scarlett johansson'da söylemiş, cibelle'da(cibelle'nin geri vokalinde ki ses başta tom waits gibi geliyor ama o değil, "spleen" şarkıda ki geri vokal) ama tom waits'in o tütsülenmiş sesinin yarattığı dramatizasyon yok bence hiç birinde, neyse harcamıyım şimdi, cibelle yine daha hoş bi yorumda bulunmuş tabi...
ama işte dedim ya şarkı benim için adamın bile önüne geçiyorken başka birinden o şarkıyı dinler miyim? bence dinlemem :)yani dinlenmiycek gibi demiyorum aslında, tom waits dururken ben tercih etmem...
(mandolin ve gitarla iki küçük kızın söylediği halide açıkcası çok ilginç olmuş, iki körpe kız ve tütsülenmiş bi adamın son sözleri, şahsen bu halide insana ilginç duygular yaşatıyor http://www.youtube.com/watch?v=AVGkC0ZAoss )
tabi ki tom waits benim için tek şarkıdan ibaret bi adam değil, ama bi kaç gündür sürekli "ölüm" temalı filmler izliyorum ve çok sarsılıyorum, uykularım kaçıyor. bazen filmden ve sahnelerden bile kopuveriyorum. e hal bu kadar vahimleştikçe de, en beni bu anlamda hüzünlendiren şarkıya sığınıyorum...
bide en çok charles bukowski okurken dinliyorum onu. kendisi de çok severmiş ve etkilenirmiş zaten bukowski'den. aynı kederin biri ses de, bir diğeri de kalem de vuku bulmuş hali onlar..

YEŞİL ÇİMENLER

başını, eskiden kalbimin olduğu yere yasla
toprak üzerimde kalsın
uzan yeşil çimenlere
beni sevdiğin zamanları hatırla

yaklaş iyice, çekinme
yağmurlu gökyüzünün altında dur,
ay yükseliyor ufuktan,
trenler geçerken beni düşün,
üzerimde biten çalı çırpıyı temizle,
geçip gitmedi mi tren çala çala düdüğünü.
boşluğa karıştım ben
uçuyorum artık havada,
gölgemde dur,
artık herşey benden oluşuyor.
hava raporunda bugün diyecek ki
yağmur kokusu var havada.
tanrı yıldızları aldı,
birleştirdi onları,
artık kuşlar ayırdedilmiyor tomurcuklardan.
benden kurtulamayacaksın hiçbir zaman,
tanrı beni ağaca dönüştürecek.
bana elveda, deme
yalnızca gökyüzünü anlat bana
ve eğer gökyüzü düşerse sözlerimin üzerine
şakacı kuşlar yakalarız seninle

başını, eskiden kalbimin olduğu yere yasla
toprak üzerimde kalsın
uzan yeşil çimenlere
beni sevdiğin zamanları hatırla


*kelebek ve dalgıç'ın da kapanış müziğidir aynı zamanda

20 Ekim 2009 Salı

J'attendrai le suivant ve skhizein

cem hocanın tavsiyesiyle izledim "J'attendrai le suivant-Sonrakini bekleyeceğim"i, yani aldığımız onca sinema bilgisine dayanarak sahnelere, planlara, açılara falan dikkat etmemizi istedi izlediğimiz filmlerde, ama bu filmi izlerken dengem şaştı,
üç-beş sonraki izleyişimde sahne, plan sayımları için izlerim ama henüz değil...
fransızları oldum olası çok severim zaten, yeniden dünyaya gelsem fransa da doğmak isterdim hatta. en sevdiğim filmler hep fransız filmleri olur, yaptıkları müziklere de bayılırım. oldukça değişik bi çarpıcılıkları var onların. duyguları sömürmeden, trajedileri bile başka bi biçimde yansıtıyorlar. karakterler zavallı bile olsa onlara acımıyor insan, bağrına basası geliyor. sevgiden, yakınlıktan yani...
bu 3 dk.lık kısa film insana o kadar çok şey veriyor ki, izleyince anlıycaksınız...
filmin başında kadının ayaklarıyla başlıyor plan, şehrin geriden gelen sesleri ve herdem kalabalık olması mümkün ve yer altında olan metroyu seçmeleri de kadında ki yanlızlık hissini ortaya döküyor.
metronun merdivenlerinden kendisi aşşağı inerken, yanından geçen yukarı yürüyen merdivenlerde öpüşen bi çift var. sadece bu sahne bile yanlızlık hissini oldukça kavramamızı sağlıyor. onun inişi mutsuzluğu yere düşüşü, çiftin yukarı çıkışı yükselişi ve yüzeye çıkışı sembolize ediyor.
yani kadının yanlız ve mutsuz oluşunu sadece 40 saniye gibi bi zamanda, üstelik kadının "yanlızım" diye bağıran bi çabasına ihtiyaç duymayan bi sükunetle veriyoriyor film.
sonrası zaten trajedi. metro kapıları kapandığında giden metronun arkasından aynı sessizlikle bakıyor kadın. yorgun ve yılgın. sanki ne düşüneceğini bilemiyormuş yada kendine kızıyormuş gibi "ne bekliyordun, beyaz atlı prens mi?" der gibi...
nitekim kısa ama çok etkileyici bi film çıkmış ortaya. bunu anlatmanın türlü yolları olabilirdi, ama hiçbiri bu kadar kısa ve vurucu olamazdı sanırım... izlediğinizde sürenin tam kıvamında olduğunu hissediyorsunuz, gereksiz ayrıntılarla yada karmaşayla yormuyor sizi... neyse, benden önermesi izleyiniz, geri kalmayınız http://www.youtube.com/watch?v=Tm61tXlGblI

hazır fransız filmlerinden bahsetmişken, beni çok etkileyen bi başka kısa animasyon filminden de bahsedeyim. "skhizein" http://video.mynet.com/greenberries/Skhizein-Ekoin/335763/
animasyon filmlerinin hayatımda oldukça yeri vardır zaten, çoğunlukla iyi animasyon filmleri özellikle pixar'ın yaptıkları beni mest eder.
çok meziyetli Jérémy Clapin'in bu ikinci animasyonu. 13 dk.lık bu animasyon yine fransız filmlerinin vurucu ve çarpıcı tarafıyla öne çıkıyor. gerek müzikleriyle, gerek hayatta ki dışlanmışlık yada eksik aidelik hissini kendine has verişiyle çok çarpıcı ve dramatik.
ama insanın herşeye çok da sorgulamadan alışıyor olması filmde ki en acı taraf. kimse bu durumu garipsemiyor hatta bi süre sonra kendi bile... çarpan bi metaorla hayata ve kendine 91cm uzaklıkta kalan bi adam, ama hiç kimse bu durumu anormal bulmuyor. hatta gittiği psikologla arasında tekrar eden şu diyalog filmde ki en etkileyici planlardan biriydi;
- öyleyse, yine de gerçek bir hasar yok, değil mi?
- hasar yok? ne demek istiyorsunuz? şey, yalnızca karşıdaki apartmanın anteni. ve ben. ve ben.

algarve uluslararası film festivalinde, ispanya’daki uluslar arası animasyon festivalinde, annecy uluslar arası animasyon film festivalinde, cannes film festivalinde ve cracow film festivalinde en iyi animasyon kısa film ödüllerini aldı.
ee ne denebilir ki "sezar'ın hakkı sezar'a"

19 Ekim 2009 Pazartesi

İÇ HUZUR (özel istek üzerine kabartmalı, kuşe kağıda baskılı... yakında bayilerde!!!)

Gelişen sohbet bizi, her huzursuz sohbette ki "biticek bu günler" sınırlarına taşıdığında ki bi tanım bu...
bana dedi ki "yaz bunu bloguna", bende dedim ki "olum blogu bi sen, bi ben bide arada sevinç okur" :) ama sonra düşündüm, bu bir yada iki kişi için bile yazmama engel mi olmalıydı?
yo yo ... (underground tarzı bi "yo yo" bu yanlız)
ben şimdilerde kısa film atölyesine gidiyorum, adet edindik sabah buluşuyoruz. her seferinde bi film seçiyoruz ama bi türlü gidemedik daha. her birine başka bi şey mani oluyor, bu haftasonu olanını da ülke seferberliği bozarsa hiç şaşırmıycam... ama ben şimdiye kadar gittiğim bütün derslere, öncesin de alkol alıp ilk yarıyı leyla bi biçimde geçiriyorum. ama ne şans ki, o henüz sekteye uğramadı :) derdim ne bende bilmiyorum...
neyse, kim derdini anlatsa "sıkma canını geçer" diyor bi diğeri ya, sonra "sıkma canını" diyen derdini anlatınca aynı cümleyle selamlanıyor; sıkma canını, geçer...
ama iyi bi niyet barındırıyor tabi ki bu, niyet iyi olduktan sonra çok takılmıyorum artık bu klişeye...
sonra dedim ki ona; herşey iç huzurda bitiyor. insan iç huzurunu sağlamışsa, o aslında gereksinim yada ihtiyaç sandığımız bi sürü eksiklik anlamsızlaşıyor... basitçe bile baktığında dünyada herşey buna işaret ediyor aslında; müslümanlık, budizm, hristiyanlık, mesnevilik, ermenilik, yahudilik, hatta yoga ve tüm doktorlar... herkes aynı biçimde tanımlamıyorsa bile herkesin işaret ettikleri resimde bu var. "hayatta herşey bundan ibaret" diyebilsem keşke, ama hayatla daha uyumlu ve huzurlu geçinebilmenin yolu bu sanırım...
o benim bundan daha kısa olan tanımımı çok sevdi, gazetelere sür manşet çıksın, ansiklopedilere girsin, okullarda müfredata dahil olsun, kuşe kağıt el ilanı yapılıp tüm dünyaya dağıtılsın falan istedi. ben gördüm yani bunu onun bakışların da, ama o sanırım abartmak istememiş olucak ki sadece "güzel tanım, bak işte yaz bunu bloguna" dedi... :)
ne benim bulduğum bi tanım bu, nede ilk benim farkettiğim bi gerçek. ama işte insan ancak kendisi farkettiğinde tanımlar bi gerçeklik kazanabiliyor... buda bi gerçek... :)

sevgiler, saygılar

(biterken "yann tiersen-sur le fil" çalıyordu, ve içimde "yarın daha güzel bi gün ve dünya olsun n'olur" arzusu bünyede ki kronik karamsarizm'e (öncülerinden olduğum bi akım) kafa tutuyordu... namağlup bi direniş gibi duruyor şimdilik ama...)

13 Ekim 2009 Salı

tanımsız gariban "bi"nin kasıntı düdük "bir" karşısında ki galibiyeti... (en azından bi ben de)

Hayatta başlanan bi işi bitirememe halinin benim aynamdaki yansıması "bitmemiş projelerin adamı"dır. öz eleştirilsel bi yazı olsun değil arzum esasen, insanlık duygularını tufana katacak bi genelleme de değil...
ne o vakit? bilmiyorum ya...
yazmasam mı? yada iyice uzatsam mı...
peki, uzatıyorum; hayatta her çıkılan yol niye yanlış yol hissi uyandıran bi bünyedeyim? sahiden çok merak ediyorum bunu. yani hiç mi olmaz bi çok insanda olan "benim yolum ......" hissi. niye bende noktalı alanları dolduracak tanımlamalar yok anlamıyorum...
bide farkındaysanız inanılmaz derecede "..." kullanıyorum. sanırım her bi şey anlatmaya kollarımı sıvayınca bi eksiklik hissimden kaynaklanıyor. yani tanımlar hep eksik ve yetersiz gibi sanki, hislerimi tarif etmeye... bak yine yaptım,
ben bi de "bi" ye takığımdır.
bayılırım "bi" tanımını, "..."larımla beraber olur olmaz yerlere tıkıştırmaya... aslında "bi' demenin tdk'da yeri yok. yanlızca günlük yaşamda kullanılıyor ve bence kasıntı bir'in aksine "bi" çok sevimli ve yazık bi hali var ya, onun için kendimi "bi" ile tanımlamayı çok seviyorum. "bi şey" söylermiş gibi duruyor ama aslında "bir şey " söylemiyor... :)

saçmalama seansı sonu istatikleri: 17 "bi, " 7 "..." üstelik saçma bi (bi'lerin sayısı 18 oldu) monolog da ki hali bu... ("..."lar da 8)

7 Ekim 2009 Çarşamba

Bandista...

İlk tanışmamız "Benim Annem Cumartesi" şarkılarıyla oldu (http://www.youtube.com/watch?v=Hk2IGdDa8LI) ama, yaşadığım ülkeden böyle yetenekli bi yazar, bi müzisyen, bi sanatçı görünce feci halde sevinme duygumla şarkının burnumda bıraktığı sızı birbirine karıştı.
Bu çok yetenekli 7 adamdan oluşan grubu biraz irdelediğimde kendilerinin de yaptıkları müzik gibi bi grup ürünü olmaktan çok evrensel bir ses haline dönüşmüş tavırlarına daha da bi sempati ve merakla yaklaştım. sonra bi baktım ki ben bu adamları başka başka yerlerden, insanları coşturma mitinglerinden yada festivallerden zaten tanıyorum. onlarda içlerinde biriktirdiklerinin artık bünyeye fazla geldiğine inandıkları için yapmışlar zaten bu albümü. "Paşanın Başucu Şarkıları" albümü parayla satılmıyor, direk kendi sitelerinden indirebileceğiniz şarkılar. (http://www.tayfabandista.org/)
"armağandır. çoğaltınız! dağıtınız!" bu onların dinleyiciden kendi arzularıdır.
Marx'ın "de te fabula narratur" (senin hikayeni anlatıyorlar) sözünü bütün albüme sinmiş mis kokulu bi yemek gibi her yerde görebilir ve hissedebilirsiniz. sloganları haline dönüşmüş bir diğer söz de "pablo neruda biz orada" dır.
bazı şarkıların müzikleri zamanın cundalarına karşı direniş marşlarıdır. Warszawianka marşı, San Atsalino Teixos, Belaia armiia, chiornyj baron, Roman geleneksel Marşı ve İkinci Dünya Savaşı Kızıl Ordu ezgisi-Ines, Boikot şarkılarının iskeletlerini oluşturan marşlardır. "İllede rumba" şarkısının sözleri de, Nazım Hikmet'in "Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü" şiirini 19.yy ispanyasından bi halk ezgisiyle tamamlayıp Timur Selçuk'tan sonra yeniden enfes bi biçimde soluk kattıkları şarkıdır.
kendilerini isimleriyle dahi ifşa etmeyen grup elemanları, söylenen sözlerin kalıcılığından grup elemanlarının geçici olabilirliğinden, kendilerini kimlikselleştirmeyip genellemeye dahil etmeyi tercih ediyorlar. çünkü ortada, ortak hislerden oluşan ortak sözler olduğuna inanıyorlar. ama benim bildiğim kadarıyla bu grubun çoğu izmit de işçi sınıfana ait lojmanlarda zamanın zorlukları ve güzellikleriyle yaşamış ve daha çocuk yaşlarda babalarının omuzlarında mitinglere gitmeyi normalleştirmiş insanlar. birden bire kalkıp "söyliycek sözümüz var!" demeyip, zaten bu sözlerle ve yaşam şekliyle var olmuş bi neslin çocukları onlar. aslında hepimizin yaşadıkları ve yaşaması hala muktedir olan ve unutturulmaya çalışılanları yüksek sesle söylediklerinden "senin hikayeni anlatıyorlar" diye bize bi hatırlatma geçiyorlar. o yüzden çok güzel söyliycek sözleri var onların.

siz de kulak verirseniz, çok seviceksiniz, eminim...

5 Ekim 2009 Pazartesi

Giriş(miş)!

“Giriş metni” yazma zorundalık hissi her şeyi yazmama engel oldu. Kendimi tanımlamak benim için hayattaki en zor tanım olduğundan ve her yeni duruma da bu tanımla başlamam gerektiğinden, her yeni olaydan kaçınır oldum. Birileriyle tanışmak, bi yere kayıt olmak, beni tanımayacakları bi yeri aramak bile dahil bu duruma. Ne derim, nasıl tanıtırım sorunsalı derin yüklerle bastırırken omuzlarıma, ben her yeni mevzudan bu sebepten alıkoyarım kendimi.
Bunun nedenleri hakkında bazı fikirlerim var elbette; muhtemelen kendimi tanıtacak kadar iyi bulmuyor olmam olabilir. Yani ben birilerine kendimden bile bahsetmem, sıkılırlar diye düşünürüm. Aynı neden sanırım burada da vakıf… O yüzden bu saçma anlatımı giriş saymıyorsak, giriş olmasın diyor ve söylemek istediklerimi yazma aşamasına bir adım atlıyorum izninizle…
(Gerçi buda değişik bi çelişki oldu, hem kalk kendini sıkıcı bulmanın birileriyle konuşmamaya kadar varan bi antipatiye dönüştüğünü söyle, sonra da anlatacaklarıma geçiyim de… Kendim de güldüm buna, bakalım devamı ne kadar çelişkili, paradoksal ve travmatik olacak…)