29 Aralık 2009 Salı

bugünler de kararsız, biraz da tutarsız oldum...

kendimi çok yorgun hissediyorum ama düşünmeden de edemiyorum "bu neyin yorgunluğu sahi?" zira sadece bedensel ihtiyaçlar için hareket halindeyim, ama deli gibi yorgunum da! yatmakla, uzanmakla da geçicek gibi bişey değil bu... bana göre insan hayatının evrelerin den biri de bu aslında, yani "bir iş yapmanın saadeti avuçlarım da" değil ya, belki onun yüzündendir...
çok uzatmıycam, şu sıralar fon müziğimin beyanını yapıp içsel batışıma geri dönücem,
boğulana kadar da çıkmıycam...
şu sıralar fon'um iç deşen sözlere sahip şarkı;

*Watching as my ego breaks your fall
Dont you know that Ive
Been running from you heart...

*Faithfulness

13 Aralık 2009 Pazar

ne kalıcak bizden? bizden diyorum, ikimizden...

birini kaybetmeye ölesiye korkuyorum bi kaç gündür. kaybetmek öyle nesnel değil ama kaybetmenin anlamları üzerine kafa yordurtacak gibi bi his bu yaşadığım. yani orda duruyor ama ben onu kaybetmişim gibi hissediyorum. dört yıl önce şimdilerde kaybettiğimi düşündüğüm ablamla budapeşte de yürürken, çok ama çok yaşlı bi çiftle sohbet ediyorduk. gitmedikleri yer kalmamıştı ve bi sürü hikaye anlatıyorlardı. bizde bildiklerine büyük hörmet göstererek anlatılanları sünger gibi emiyorduk. derken bi arada "ne kadar hoş göründüklerine" geldi konu, üstelikte bunca yıla rağmen mutlu... sonra erol amca orda benim hayatıma işleyen ve o an'dan itibaren hayatım da çok önemli bi yer teşkil edicek olan cümleyi bıraktı ortaya "hiç kimseyi bu kadar sevmeye değmez" ne ablam, nede onun eşi bu cümleden benim kadar etkilenmişti. ben önüme bomba bırakılmış gibi kalakaldım, hazırlıksızdım buna bi anlam da. yani, bu kadar uzun yıllar geçirmişlerdi birlikte, hep "birlik"te... ve o anda zar zor yürüyerek el ele çıktıkları yokuşlar dan birinin başındaydık. tek hissettiğim şey kusana kadar ağlamak hissiydi. şimdi bile nasıl tarif ederim bunu bilmiyorum ama, "bi gün onu kaybettiğin de ne kadar sevmişsen, o kadar acı bırakır sana kaybettiğin" diyordu bu yanındakini heran kaybedebileceğinin acısını taşıyan adam. öyleydi ya, herşey bunca belirsizken birine bu kadar anlam yüklemek ve onu bu denli çok sevmek yapılabilecek en büyük trajedilerden biri değilmiydi? belki o zaman yaşadıklarımın da etkisi vardır, ama çok yordu bu cümle beni bunca yıldır. şimdi ablamı kaybetmişim gibi hissediyorum ve bu yanlızlığımın bana hep yaptığı acımasızlıkla bu cümleyi işitiyorum alt benliğimden.
sürekli acıtasyonlu hikayeler canlanıyor acımasız belleğim de, onunla bi daha yapamayacaklarımı saydıkça sürekli ağlamak geliyor içimden. bu kaybediş duygusu her canımı bu kadar yaktığın da hep aynı cümleyi tekrar ediyorum -birini bu kadar sevmeye değer mi?
ablam okusa bu yazıyı ne çok üzülür, ne çok kızar bana. -bu bi kayıp değil, sadece artık ben başka bi yola doğru gitmek istiyorum ama sen hala benim kardeşimsin falan der. ama değil işte, ben hayatta bazen herhangi bir şeyin değişmesine bile tahammül edemiyorum. tüm bu yaşadığımız hayatın uçuculuğunu hatırlatıyor bana, gerçek olduğunu sandığın ve çok değerli bulduğun tablonun boyasının akması gibi, yıkıcı bi etkisi var.
tüm acıları henüz var olmamışken bünyeye yaşattığımdan, yolun başından sonu bana çok yorucu ve anlamsız görünüyor. hayatsa başlı başına anlamsız ve lüzümsuz bi hal alıyor. ne yaparsam yapıyım hayatta ne kadar az şeyi değiştirebilecek biri olduğumu gördükçe sütten kesiliyorum...

zihnimde yine o çok sevdiğim murathan mungan şiirinden bölümler dolaşıyor bir de böylesi anlarda;
Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak?

...

11 Aralık 2009 Cuma

aç tavuk ve darı ambarı düşleri :)

bugün bütün gün aklıma bişey takıldı. istiklal de yürürken hani galatasaray dan aşşağısını mayın tarlası geçer gibi geçiyoruz ya, bunlara da sebep "green peace"ciler, "unicef"ciler falan oluyor. yani bazen neden kaçtığımızı bile bilmediğimizi, sadece zorla "hayır" diyemiyeceğimiz şeylere maruz kalmamak için kaçtığımızı falan düşünüyorum. gerçi bundan 2-3 yıl evvel ben bi mayına bastım ve bi çocukcağız beni esir aldıktan sonra benim durum biraz değişti. soğuktan pembe pembe olmuş yanakları ve düzensiz soluklarıyla deli gibi inandığı bişeyi anlatmaya başladı bana, derken bi baktım feci iç parçalayıcı şeylerdi anlattıkları ve ben, o çocuk sayesinde o zamandan beri otomatik bi ödemeyle hala bağış yapıyorum green peace...
onun yanından ayrıldıktan sonra bana böyle bi dünyaya başka gözle bakan erdemli insan yanılgısı, bi dünyada ki bütün fok'ları ve balina'ları kurtarmış kahraman kasıntılığı falan çöreklendi bi anlığına, sormayın gitsin. omuzlarım kabardı, yürüyüşüm ağırlaştı ve armagedon soundtrack'i geriden geliyordu sanki vallahi. çok sürmedi tabi güldüm bu halime, ama mühim olan bu yaptığım şeyin ben de yarattığı kasıntıydı. neyse, hala da ara ara kasılırım ve o herkesin korkarak yürüdüğü istiklal de ben omuzun da savaş madalyaları taşıyan gazi gibi ağır adımlarla yürürüm ve yanıma yanaşanlara kendimden emin "öhöm, ben zaten her ay yardım da bulunüyörüüm" falan derim. komik tabi böyle bakınca ama öyle valla. insana, iyi bişey yaptığını bilmek hayatta ki en güzel hislerden birini yaşatıyor. neyse bütün gün düşündüğüm bu değildi tabi, ama bu düşünceyle ortaya çıkan bişeydi;
bazen insan sevdiğini erteliyor, sevgiyi göstermeyi yenilgi sanıyor ya. yada belki sadece zor geliyor, herneyse. bi şekil de atlıyor/unutuyor/göstermiyor... buna çözüm getirecek bi önerim var; yolda yürürken birden biri önünüze atladığın da size, başına vurularak öldürülen ve soyu tükenen fok'lar yerine "yanınızda ki bigün temelli yok olacak, ona en son ne zaman sevgi sözcüğü sarfettiniz yada gerçekten söylediği bişeye gülümsediniz, bi düşünün bunu" dese, insan o an yanındakine bi başka bakmaz mı? yada "harbiden ya", demez mi? bence der.
ya, şimdi ben üstün de bütün gün düşündüğüm ve bi dünya senaryo yazdığımdan daha etkileyici olmuştu, ama şimdi buraya iki cümleyle anlatınca beklediğim etkiyi yaratmadı. ama bana bi güvenin, zihninizde ki örnekleri çoğaltın, bakın nasıl etkili olucak görüceksiniz.
buda benim insanlık ilişkilerinin çözümlerine bi armağanım olsun!
insanlığa bundan önce iki armağanım daha olmuştu. biri bi atasözüydü, gerçi hala yaşadığımdan ata'laşmadı, öyle olabilmesi için ölmem gerekecek ama ziyanı yok insanlık ne zaman bu sözümü ansa ben onlara gökyüzünden gülümseyeceğim; "yutamayacağın boku çiğnemiyceksin" nasıl? özetle fevkalade bi duyguyu tanımlıyor dimi?
bir diğer armağanım da hıçkırığı "öd"patlatma dan geçirme yöntemi. insanlar sizi korkutunca hıçkırık geçer çünkü diyaframa birden ve yoğun nefes yollarsınız, aldığınız büyük solukla. onun için sanki korkmuş gibi birden ve derin nefes alınca da hıçkırık geçer :) denedim hem de defalarca, garantili yani...
bir de "herkesin kullanım klavuzu olsa" diye bi projem vardı, ama onu proje formundan çıkaramadım henüz. düşünsenize hayatta karmaşa diye bişey olmazdı. birini mutlu etmek istediğiniz de alırdınız klavuzu neyle mutlu oluyor bakardınız ve "bingo" onu mutlu ederdiniz. yada anlamadığınız bi sebepten size sinirlendi diyelim (bu en çok erkeklerin işine yarardı) -ulan bu şimdi neye kızdı!? diye kıvranmanıza gerek kalmazdı, bakardınız ve anlardınız arıza sebebini... ama sonra bu örnekler çoğaldıkça fırsatçı insanlığın bundan nasıl istifade edeceğini farkettim ve kimselerle paylaşmadan "bitmemiş projelerim" rafına kaldırdım...

yamukprenses, tümgünboştakalıpçokcanısıkılanlar ulusundan seslendi ve bu biçimde elde ettiklerini paylaştı...
yamukprenses/boşdünya
sevgiyle!

6 Aralık 2009 Pazar

Yalandır hep yalan, saman yolu geceler hep yalan...

saat epey geç olmuş ama benim gözler hala cin gibi, kim bilir aklımdan neler geçiyor (bkz.kendi aklı hakkın da bilgi sahibi olmayan alık insan) ama valla net bi fikrim yok ya! tabi toparlasam bişeyler bulurum, yani en azından ortaya bi karışık da olsa bişey sunarım ama, ne bilim sabun köpüğü gibi sanki bu gece ki düşüncelerim. ben ki bi şeyi irdeleme de 100 metre de dünya rekortmeniyim, bi konuyu mıncıklarken sinekten bile yağ çıkartabilecek meziyetteyim ama, bugün tırtım sevgili blogum! haftalardır sahibem den su dilenen sardunya gibi yapraklarım aşşağı düşmüş rengim kaçmış gibi bu gece...
elim de yeni dolandırmaya başladığım "spinozanın taosu" kitabım da hiç ilgimi toplayamadı daha üzerin de. yani ben kitap okuyarak uyumaya bayılırım da. kitap okurken uyursam ne ala, yoksa hayatta uyku uğramaz bana.şafak sökerken bi düşünce bi yenisini getiriyor derken çarşaf üzerime iki tur atmış homurdanırım ben hala, ertesi gün de rezil bi insan olurum...
halbuki uyumam lazım, yarın erken kalkmam irfanımla yeni bulduğumuz süper güzel ve ucuz olan gizli kahvaltı karargahımız da dinç olmam lazım, ama yok valla bir dirhem uyku yok gözüm de. gerçi kesin adi irfan da uyumuyordur, yarın o da dökülür. öyle maşuk maşuk bakarız birbirimize artık. kısmet, bakıcaz...
neyse ben kaçıyım, bitmez bu saçmalıklar silsilesi yoksa...
hoşçakal blogum,
hoşçakal gece,
hoşçakal 6 aralık'ın 03:34'lük zaman dilimi,
ay böyle diyince de içim iyice daraldı. ben hoşçakal derken zaman çoktan bir attı ve aklıma prag'da ki meşhur saat kulesi geldi. orda da içim bi daralmıştı. azrail motifleri, giden zamanın bizden eksilişi falan ifrit olmuştum, nöbet geçirecek gibi olmuştum orda da.
neyse zorlamıyım bünyemi ben şimdi gece gece,
ay neyse hadi kaçtım ben...
beni bu noktaya kadar okuyan sevgili arkadaşlarıma süprüz yumurta alıcam! valla söz, hatırlatın bana. bana bu kadar sebat gösteren insanları beslemeli, büyütmeli, sağ tutmalıyım...

1 Aralık 2009 Salı

mary and max!!!

geçen akşam oturduk bayram seyran demedik gece gece "mary and max"ı izledik. izledik de fena mı ettik, asla...
8 yaşında ki avusturalyalı bir kızın yanlızlığı ve 44 yaşında ki 160 kiloluk amerikalı bi adamın asosyalliği üzerine başlamış bir mektup arkadaşlığı üzerine kurulu bir film...
mary'nin aklına -çocuklar nerden gelir? sorusu takılır ve dedesi ona "çocukları, babaları bira bardaklarının dibinde bulur" demesiyle maryn'in aklı çok karışır! bi telefon rehberinden rast gele seçtiği max'a, amerikalılar çok kola içiyor diye çocukların kola kutuların dan çıkıp çıkmadığını sorar. filmin amerikalı ve avusturyalı yada hıristiyan ve yahudi gibi yada alkolizim, intihar ve depresyon gibi ince vurucu taraflara dokunuşları da var. ama karanlık ve sepya rengi bi film olmasına rağmen umut veren bi dozda son verilmiş...
mary daise dinkle'ın yanlızlığı bana çok fazla ameli poulman'ın çocukluğunu hatırlattı...
mary de tek çocuktu, poşet çaylara ip takma işi yapan bi fabrika da çalışan ve boş vaktinde yolda bulduğu ölü kuşları doldurmaktan zevk alan ve kızına hiç sevgi göstermeyen bi baba, sürekli sherry içen ve kızına bunun büyükler tarafından sürekli test edilmesi gereken bi çay olduğunu söyleyen alkolik bi anne...
yanlız ben bu anne karakteri olan Vera'ya mest oldum, çok sevdim. onun yanlızlığı ve mutsuzluğu ve çoktan canlılığını yitirmiş olmasına karşın çok renkli olduğu belli karakteri bile bi film konusu olabilirdi bence...
Adam Elliot ile ilk karşılaşmamız da bu arzumu dillendireceğim :)
bu arada ben adam elliotla ilk kez tanışma şerefine bu film ile nail oldum, ama arkadaşlığımız çok uzun sürecek, orası kesinleşti...
2003 yılında oskar almış olan kısa filmi harvie krumpet'i de izledim ve onu da çok sevdim. bunun evvelinde de aile üçlemesine ait 2 filmi daha varmış onları da en kısa zamanda izliycem. mary and max da zaten harvie krumpet'in devamı niteliğin de çekilmiş ve tamamlanması 5 yıl sürmüş. neyse ben parlayan bi zeka görünce hemen anlarım ve bu adam da iş var, kesin!!!
max, adam elliot, mary


ve vera:)

filmde ki arkadaşlığın insanın hayatında ki önemi benim hayata bakışımla o kadar örtüşüyordu ki, hayatım boyunca hep "insanlar ailelerini seçemez ama yine de severler, aşık oldukları kişileri de çok sevebilirler ama ne aile yi nede aşık olduğumuz insanları mantığımızı kullanarak seçebiliriz. aileyi kader, aşık olunanı da hormonlar belirler. oysa arkadaşlıkta bu tip bi yanıltıcı olmaz, görür, idrak eder ve ya severiz ya sevmeyiz" dedim. ve filmin sonunda ki yazı beni birden çok heyecanlandırdı. çünkü aynı şeyi söylüyorduk;
-akrabalarımız tanrı'nın vergisidir, çok şükür ki arkadaşlarımızı biz seçeriz (Ethel Watts)
gurbette hemşerisini bulmuş kadar sevindim tabi hemen ve bu filmi alıp özel eşyalarımı, anılarımı, gizli arzularımı sakladığım gizli bölmeme taşıdım...

p.s. bu vesileyle tüm canım arkadaşlarıma kucak dolusu sevgiler yolluyorum
p.s.s. umarım siz de çikolatayı çok seviyorsunuzdur!
p.s.s.s. küçükken sizinle de hiç dalga geçildi mi?
p.s.s.s.s. ben de daha önce hiç kominyon falan olmadım :)

dipnotların alameti film de saklı...

20 Kasım 2009 Cuma

günlerin getirdikleri, senin yitirdiklerin...

hep bi şarkı sözüyle başlıyorum söze, şimdi yine böyle bi başlık attığım da ilginç geldi.
ben insanları tepelerinde bi kamerayla dolaşıyorlarmış gibi tasavvur ederim, yani herkes kendi filminin starıymış gibi, kendi kamerasıyla dolaşıyor...
e her filmde de duruma uygun fon müzikleri olmazsa olmaz!
belki ondandır, her bişey anlatmaya çalıştığımda bi şarkı bana geriden eşlik ediyordur. benim filmim bol müziklidir, örneğin ben bi müzikalde başrolümdür mesela...
olamaz mı, olabilir!(bak bi anda yeni bi fon müziğine geçtim)
aslında ben bu yazıyı yazarken, bu yukarı da bahsi geçen o iki şarkıyı da dinlemiyorum. baba zula'dan "ben bir martı olsam" gibi, içimi deşip beni o halde kanamaya bırakan bi şarkı dinliyorum...
giriş jeneriğinden bi türlü anlatacağım konuya giremedim dimi,
ama aslında bişey anlatasım da yok işte, çok canım sıkkın bende sayıklıyorum öyle saçma sapan...
böyle bi,
"sevgili günlük,
bugün dayımlar bize geldi.
dayım beni havaya kaldırıp beni helikopter gibi çevirdi, çok eğlendim çok!
annem köfte kızarttı, dayım en çok sen yedin dedi beni tebrik etti.
bi görsen bütün salatayı da ben yedim.
dayım bana para verdi, git kendine çikolata al dedi.
çok güzel bi gündü günlük, keşke dayım hep bizde kalsa" falan diyesim var.
böyle şeylere hala sevinebilmeyi istiyorum, hayatın takım elbiseler giymiş espriden anlamayan ciddi abilere dönüşmesine tahammül edemiyorum. ne zaman zıvanadan çıksam o hep bana parmak sallıyor, hep beni küçük görüyor. işte bu gibi zamanlarda bi inanç eksikliği kaplıyor içimi, ister bi günlüğe inanıyım, ister bi yaradan varlığa, ister kahraman olduğunu düşündüğüm babama, ister büyüyünce herşeyin istediğim gibi olacağına... ne olursa olsun bi şeye inanmak istiyorum, ancak o zaman hafifler içimde ki sancı. ancak o zaman saklanacağım bi yer var rahatlığıyla, üstüne üstüne yürürüm hayatın... şu an bile kendimden öyle sıkıldım ki, sürekli içinde "hayat" geçen cümleler kuruyorum ve depresif takılıyorum...
off çok sıkıcıyım, kusura bakmayın...

*bizim burda çok karga olur, o karga seslerine bayılırım ben. o kargalar hep böyle sepya rengi günlerde havada toplu halde uçarlar. buralar da çok karga bellememe rağmen az insan tanıyorum ben, ama az tanımama rağmen çok sevdiğim elif abla artık burda yok, hiç de olmıycak... onun acısı çöreklendi içime, umarım rahat ettirirler onu gittiği yerde, bu hayatta hiç rahat edemedi de...

12 Kasım 2009 Perşembe

sen unut geçmişini, ben aklımda tutarım. adamım, bu küçük işlere ben bakarım. yanarım!!!

bugün "hatırlamamak" üzerine çok tartıştık. ben fil hafızalı biri olduğumdan benim için tek bir anlama varıyordu anlattıklarımın hatırlanmaması; önemsememek...
ki, önemsenmediği yerde kalamayan arıza tiplerdenim!
ama aslında durum bu kadar da basit değil biliyorum, çok çok önemsendiğimi de biliyorum ama hatırlanmıyor işte anlattıklarım...
haliyle yoruyor bu çelişki beni, ben yoruldukça da başkalarını yoruyorum.
neyse, bu bi türlü bi yere vardıramadığımız tartışmayı malesef kapatamayıp altını kısıp kaynamaya bıraktık ve "up"ı izlemeye gittik. yaşadığımız günle paralel bi filmdi, o yüzden üzerimizde ki dramatizasyonu çok yüksekti.
film kendinden çok yanındakini hatırlayan, onun çocukluk hayallerini hiç unutmayan bi adamın yolculuk hikayesini anlatıyordu, sonrasında filme eklenen doğa kaşifi 8 yaşındaki "Russel" ve "dug" ve "kevin" ve bir de "erol günaydın" seslendirmesi filme çok renk katsada filmin en duygusal ve benim açımdan en mühim olduğu anlar, filmin ilk 5 dk.sına sığdırılmış aşk hikayesindeydi.
çocukluktan başlayan bi aşk, mutluluk dolu bi ömür ve yolun sonunda diğer yarısını kaybetmiş bir adet huysuz ama çok şeker amca...
filmde ki en renkli karakter "ellie" idi, yani amcanın kaybettiği diğer yarısı. ama sonunda o yaşlı amcaya bu yolculuğu yaptıran da, tam olarak o kadının çocukluk hayaliydi. hep ertelenmiş, asla onunla gerçekleştirmeyi başaramadığı hayali. onun anısına onun yokluğunda yapılan yolculuk...
-bu aşk daha uzun anlatılmalıydı! dedi ali.
kesinlikle katılıyorum, filmin bu ön hikayesi gibi gösterilen aşk giriş-gelişmeyi, balonlarla macera da sonucu oluşturabilirdi. ama sanırım bu tip aşk hikayeleri yazmakta bişey yok, bu filmi ilginç bir hikayeye dönüştüren o yolculuk diye düşünülmüş. ama yine de sanırım böylesi aşklara aç bünyeler filmin orasını daha çok sevip orasında daha çok gözyaşı döktü.
itiraf ediyorum çok ağladım ama ali'de ağladı,
valla...
bahsettiğim aşk hikayesinin çocukluk kısmı hariç kalanı aşşağıda ki gibidir, bundan sonrası macera dolu balonlu hikayedir;
http://www.youtube.com/watch?v=yeLgjGEBWcY
tabi ki çok sevdim, pixar filmleri hergün daha çok sevdiğim bi film yaparak benim derece listemi zorluyorlar ama hala birincilik wall-e'nin :)

tüm bunları alt tarafı bi çizgi film olarak görenler için notlar;

-bu film de yaklaşık 70 animasyoncu çalışmış ve 375 kişilik pixar ekibi katkıda bulunmuş,
-Baş teknik yönetmen Steve May ve ekibi filmde Carl’ın evini havalandırmak için 10297 balon çizmişler.
-Evin ilk kez temellerinden kurtulup havalandığı sahnede ise balon sayısı iki katına çıkarak 20622’ye ulaşmış. May ve ekibi, gerçek bir evi havalandırmak için 26.5 milyon balon gerektiğini hesaplamışlar.
-Yönetmen/Senarist Pete Docter, ortak Yönetmen/senarist Bob Peterson ve “Yukarı Bak” yapım ekibinin diğer önemli üyeleri, Tepui dağlarındaki “kayıp dünya”yı incelemek için Venezüela’ya bir keşif gezisi yapmışlar. Ekip 115 mesa içindeki en yüksek ve en ünlüsü olan Roraima dağına tırmanmak için 2 kilometrelik bir tırmanış gerçekleştirmiş ve ardından helikopterle Kukenan’a götürülmüş. Hevesli Pixar kaşifleri, ölümcül karıncalar, zehirli yılanlar, akrepler ve mini kurbağalarla karşılaşmış.
-Russel rolü için 450 çocuk denenmiş.
-ellie'nin çocukluğunu yönetmenin 7 yaşında ki kızı "ellie" seslendirmiş, karakterin adı da ordan gelmiş oluyor böylece,
-Russel ve Karl’a Muntz’un servis yaptığı yemek, aslında “Ratatuy”daki midye yemeğiymiş,
-“Yukarı Bak” filmindeki bir kare görüntüyü render etmenin süresi 5-6 saati bulabiliyormuş. Bazı karmaşık kareler 20 saat sürüyormuş. Bir saniyelik görüntü için 24 kare gerekiyormuş.
-pixar'ın 4 dehasının "CalArts konservatuarı"nda ki sınıfları olan A113'ün bütün pixar filmlerinde varolması adetten olduğundan, bu filmde de amcanın çağrıldığı mahkeme salonunun numarası olarak karşımıza çıkmış
-filmde russel'ın en sevdiği dondurmacı olan "Fentons Creamery" yönetmen ve yönetmen yardımcısının evlerine çok yakın olan ve aileleriyle birlikte sık sık gittikleri bi yermiş,
keza ilk kez oyuncak hikayesinde görülmüş olan "Pizza Planet pikabı" da bir çok pixar animasyonun da görüldüğü gibi burda da görülmekte...

işte böyle bi dünya detay ve çok ciddi koca koca adamların yaptığı işler bunlar. hala "alt tarafı bi çizgi film işte!" demiyorsunuzdur umarım...

*yukarıda ki bilgilerin çoğu sinema.com'dan temin edilmiştir.

11 Kasım 2009 Çarşamba

up!

şimdilerde izlemeye korktuğum bi film...
evet! ben animasyon filmlerinde (tabi ki hakedenin de) zırıl zırıl ağlarım, ve bu çoookk romantik olduğu 3 dk.lık tanıtımdan bile belli olan filmi yarın ama aslında saat itibariyle girmiş olduğumuz günde izlemeye gidicem. zaten filmi pixar yapmış, onlar ne yapsa bayılıyorum da zaten, aslında bi ara onları da yazayım ben(kendime not; pixar dehalarını yaz)
neyse zaten yarın yazarım ben bu film hakkında ki hissiyatlarımı, ama kesin çok ağlıycam,
kesin...

2 Kasım 2009 Pazartesi

dikkat beirut!!!

bir neşe belirtisi ve dahiyane bir müzik adamını anlatan bir yazıdır bu :)

şimdi mevzu "beirut" ama kaynağı zach condon olduğundan önce onunla başlıyayım. bu çok şirin oğlan çocuğu henüz 16 yaşında çok da başarılı bir öğrenciyken (ki şuanda da 21 yaşında, yani hala acayip genç) abisi ryan ile birlikte 4 aylık avrupa seyahatine çıkmaya karar verir. vaktinin çoğunu paris de geçirmesine karşın, doğu avrupayı da dolaşır. gezdiği toprakların halk müziklerine ilgisi de oldukça büyüktür ve sessiz bir gece de yatağında uzanmış dururken üst kattaki bir grup sırp'ın yaptığı yöresel ezgiler kulağına çalınır ve çok ilgisini çeker. müziğin cazibesine kapılıp bir koşu üst kata çıkar ve sırp'larla balkan-çingene müziği eşliğinde inanılmaz eğlenir. ama bu sıradan bir geziden kalan bir anı olmanın ötesine geçer zach'in hayatında. kendisi new mexico'lu olmasına karşın, çok da o tarakların bezi olmadığının göstergesi olarak, grup elemanlarıyla balkan müzikleri yapma yolunda baş koyar.

ilk albümleri (ki bu şarkılar zach condon'un fotoğrafçılık okuduğu yurt odasında ve bir çok aleti kendisinin çaldığı şarkılardan oluşan) "gulag orkestar" 2006 yılında "A Hack and a Hacksaw" grubunun üyeleri Jeremy Barnes ve Heather Trost’un, zach condon'la buluşmasıyla profesyonelce kaydedilir ve dinleyicinin takdirine sunulur. ilk tepki çok olumludur, herkes çok beğenir. 2006'nın sonunda bu yüksek beğeniyi karşılamak için 3'ü yeni olmak suretiyle 5 şarkıdan oluşan 16 dk'lık bir ara albüm olan"lon gisland"ı çıkarırlar. 2007'de "the flying clup cup"u da çıkararak durmaksızın müzik üretmekte olduklarını gösterirler. albümlerinde envai çeşit müzik çalgısı bulunmasına karşın müziğin ağababası olan gitar onların müziklerinde pek yer almamaktadır. cover yaptıkları şarkılar arasında bach'a ait olan "branden burg" da bulunmaktadır. ve birde "şiki şiki baba" coverları da çok güzeldir. http://www.youtube.com/watch?v=Z9AwHzBTsG8
grup 6 ila 10 arasında varlıkları değişen elemanlardan oluşmaktadır. ve tüm grup elemanları hemen hemen bütün aletleri çalmaktadırlar. tek başına zach'in çaldığı aletler bile upuzun bir listeyi oluşturur ve işin daha da önemlisi bunları evde kendi kendine öğrenmiştir. (klakson,keman,çello,havai kitarası, mandolin,davul,tef,organ,piyano,klarnet,akordiyon...)
bu dinledikçe insanın içinde kırlangıçların ebelemece oynadığı grubun şarkılarından benim en sevdiklerim;
nantes(http://www.youtube.com/watch?v=jc3ZAs17uAg)
elephont gun(http://www.youtube.com/watch?v=N-mqhkuOF7s)
ve post cards from italy(http://www.youtube.com/watch?v=RjzVbXeD_8E)
esasen saydıkça sayasım geliyor ama abartmayayım. dinleyin işte hepsi birbirinden güzel...

28 Ekim 2009 Çarşamba

"öyle haller içinde ki halim, türkçeye çevirmeye yok mecalim!"

deminden beri neye elimi uzatsam o işi yapmaktan alıkoyan, bi ben daha sürekli geriden kulağıma fısıldıyor;
"aman boşver, yapıcaksın da n'olucak?"
hak da veriyorum sanırım bu alt benliğime, zira sesim çıkmıyor hemen kabullenip başım önümde siniyorum derin boşluğuma...
bi darmadağınık ruh halidir ki, almış başını gidiyor. hayatla hiç bitmedi kavgam ama, kavga da etmiyorum şuan!
acayip bi yılgınlık, enseme vursalar sesim çıkmıycak gibi sanki...
insan uzunca bi filme başlarken şöyle bi yerleşir yaylanır ya, "nasılsa uzunca bi zaman burdayım, rahat pozisyonumu bulayım" der gibi. onu sağlıyamıyorum ben hayatla aramda. her yeri batıyor bana hayatın.
bide dalga geçiyor sanki benimle, tam herşey bundan daha ters gidemez dediğimde o en olmayacak şeyleri bile yüzüme püskürtüyor. zaten artık "daha kötüsü de olamaz" demeyi de bıraktım, razıyım galiba artık benimle ilgili hesaplarına. yapıcak bişey yok sanki,
adam yerine koyup benim için bi plan yapmışsa ne ala...

bi zamanlar kendimi önemli biri gibi hissederdim. ama en büyük yanılgıyla körüklemişim egomun azgın ateşini, haberim yok...
artık kendimi mühim görmek bi yana "bi"ri gibi görmekten öteye gidemiyorum.
"insan ruhunu tımar etme" safhaların ikincisine geçmişim, öyle diyor birileri... 1.si: kendini herşeyden çok önemsemek miş! tehlikeli bir suymuş çıkması zormuş. 2.si: kendinin önemli olmadığını anlayıp kendinden başka herşeyin önemli olduğunu kabullenmek miş! bu da oldukça tehlikeli bi suymuş ve alaşşağı edilmiş egon her çıkma çabanda kafana bi kürekle vururmuş, burdan da kurtulmak epey zormuş...
teoriyle-pratiğin uyumunu yakalamak zor. evet, bunun bi aşama olduğunu biliyorum. ama işin kötüsü kabul edemiyorum, çünkü içindeyim...
ben bu sulardan zor sağ çıkarım gibi,
kendimle dalga geçip hafifletmeye çalışıyorum bu zamanları... çok beceremiyorum ama, bazen biraz tebessüm ettiriyor, kederden artık akıtacak tek damlası kalmamış gözlerimin bana hatırlattıkları, önceki hayatların benzer duyguları:

bkz. nazım hikmet;

"fasulya gibi yaşıyorum son zamanlarda
kuru fasulya gibi.
kuru fasulyanın pilakisi yapılır
benden o da yapılmaz."

yada barış manço;

sözüm meclisten dışarı dostlar
bugünlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum...
hani dilim dilim doğrasalar beni,
marmara ege karadeniz ve hatta akdeniz
cacık olur diyorum.
derdim öylesine büyük ki dostlar
kırka yarıp yine kırka bölseler,
ve kırk bostana gübre diye serpseler,
kırkbin tane ot biter de kırkbin derde deva olur diyorum.
ne oldu bana böyle durup dururken,
oğlan aldı başını gitti, kız zaten lafımı dinlemezdi.
düğmem kopuk paçam sökük,
oramda buramda çengelli iğneler,
bir de çengelli iğne nazar bozar derler.
hanımın çorabı kaçık, başında bigudiler
karabaş bile, karabaş bile
suratima bakıp bakıp havlıyor.
övünmek gibi olmasın ama dostlar,
kendimi hıyar gibi hissediyorum.
hani ince kıyım doğrasalar beni,
akdeniz cacık olur diyorum.
ve hatta atlas okyanusu
ve hatta hint okyanusu
ve hatta hatta büyük okyanus
cacık olur diyorum...
böyle cacığa rakı mı dayanır,
çivi çiviyi söker derler.
soğuktan donanı buzla ovarlar.
ben zaten yanmışım dostlar.
peki beni fırına mı koysalar!
zeytin suyuna kuru ekmek ,
böyle gelmiş böyle gidecek...



biraz gülümsedim ama, hala kederli
öyle işte...

23 Ekim 2009 Cuma

tom waits - green grass

sevdiği şeyleri paylaşmayı sever ya insan (bazısı sevmez ama ben severim), bu kendisinin, yeni tanımlarla tanıtılması gereken biri olduğunu gösteren adamı ben çok seviyorum.(bkz.Gary Graff onun sesini "bir fıçı burbonda ıslatıldıktan sonra beş ay tütsülenmiş ve ardından da bir arabanın altında çiğnenmiş" şeklinde tanımlamıştır.)
green grass(yeşil çimenler)...
http://www.youtube.com/watch?v=acv_a6O8doo
yani ne söyleyebilirim bilmiyorum,ama işte bazı şarkılar yada kitaplar vs. var ki, o çok sevdiğiniz adamların bile önüne geçiyor. green grass benim için "charles bukowski" demek, o çok korktuğum ölümü bile korkuyla değil, usul bi kederle anmamı sağlayan, sadece ölümü bile değil gidişleri sükunetle karşılamamı sağlayan, hatta nefret ettiğim halde canımın viski yada burbon çekmesini sağlayan şarkı (kendisinin sürekli sahnede fuşya rengi gömleğiyle piyano başında viski içmesinin etkisi sanırım)
...
yaşarken kendine, ölümünde anılıcağı bi eser bırakmak trajedinin dik alasıdır sanırım, yani benim mi fantazi dünyam çok geniş bilmiyorum. öldüğünde insanlar bu şarkıyı çalıcaklar, senin büyüklüğünden bahsedip senin sesinden senin vasiyetin gibi o şarkıyı dinleyip ağlıycaklar. yokluğunun yarattığı teselliyi yine senin sesinden dinledikleri bi şarkıyla bulmaya çalışıcaklar. çok tüyler ürpertici dimi...

aynı şarkıyı film seçimlerine sempati duyduğum ama kendisini o kadar da beğenmediğim scarlett johansson'da söylemiş, cibelle'da(cibelle'nin geri vokalinde ki ses başta tom waits gibi geliyor ama o değil, "spleen" şarkıda ki geri vokal) ama tom waits'in o tütsülenmiş sesinin yarattığı dramatizasyon yok bence hiç birinde, neyse harcamıyım şimdi, cibelle yine daha hoş bi yorumda bulunmuş tabi...
ama işte dedim ya şarkı benim için adamın bile önüne geçiyorken başka birinden o şarkıyı dinler miyim? bence dinlemem :)yani dinlenmiycek gibi demiyorum aslında, tom waits dururken ben tercih etmem...
(mandolin ve gitarla iki küçük kızın söylediği halide açıkcası çok ilginç olmuş, iki körpe kız ve tütsülenmiş bi adamın son sözleri, şahsen bu halide insana ilginç duygular yaşatıyor http://www.youtube.com/watch?v=AVGkC0ZAoss )
tabi ki tom waits benim için tek şarkıdan ibaret bi adam değil, ama bi kaç gündür sürekli "ölüm" temalı filmler izliyorum ve çok sarsılıyorum, uykularım kaçıyor. bazen filmden ve sahnelerden bile kopuveriyorum. e hal bu kadar vahimleştikçe de, en beni bu anlamda hüzünlendiren şarkıya sığınıyorum...
bide en çok charles bukowski okurken dinliyorum onu. kendisi de çok severmiş ve etkilenirmiş zaten bukowski'den. aynı kederin biri ses de, bir diğeri de kalem de vuku bulmuş hali onlar..

YEŞİL ÇİMENLER

başını, eskiden kalbimin olduğu yere yasla
toprak üzerimde kalsın
uzan yeşil çimenlere
beni sevdiğin zamanları hatırla

yaklaş iyice, çekinme
yağmurlu gökyüzünün altında dur,
ay yükseliyor ufuktan,
trenler geçerken beni düşün,
üzerimde biten çalı çırpıyı temizle,
geçip gitmedi mi tren çala çala düdüğünü.
boşluğa karıştım ben
uçuyorum artık havada,
gölgemde dur,
artık herşey benden oluşuyor.
hava raporunda bugün diyecek ki
yağmur kokusu var havada.
tanrı yıldızları aldı,
birleştirdi onları,
artık kuşlar ayırdedilmiyor tomurcuklardan.
benden kurtulamayacaksın hiçbir zaman,
tanrı beni ağaca dönüştürecek.
bana elveda, deme
yalnızca gökyüzünü anlat bana
ve eğer gökyüzü düşerse sözlerimin üzerine
şakacı kuşlar yakalarız seninle

başını, eskiden kalbimin olduğu yere yasla
toprak üzerimde kalsın
uzan yeşil çimenlere
beni sevdiğin zamanları hatırla


*kelebek ve dalgıç'ın da kapanış müziğidir aynı zamanda

20 Ekim 2009 Salı

J'attendrai le suivant ve skhizein

cem hocanın tavsiyesiyle izledim "J'attendrai le suivant-Sonrakini bekleyeceğim"i, yani aldığımız onca sinema bilgisine dayanarak sahnelere, planlara, açılara falan dikkat etmemizi istedi izlediğimiz filmlerde, ama bu filmi izlerken dengem şaştı,
üç-beş sonraki izleyişimde sahne, plan sayımları için izlerim ama henüz değil...
fransızları oldum olası çok severim zaten, yeniden dünyaya gelsem fransa da doğmak isterdim hatta. en sevdiğim filmler hep fransız filmleri olur, yaptıkları müziklere de bayılırım. oldukça değişik bi çarpıcılıkları var onların. duyguları sömürmeden, trajedileri bile başka bi biçimde yansıtıyorlar. karakterler zavallı bile olsa onlara acımıyor insan, bağrına basası geliyor. sevgiden, yakınlıktan yani...
bu 3 dk.lık kısa film insana o kadar çok şey veriyor ki, izleyince anlıycaksınız...
filmin başında kadının ayaklarıyla başlıyor plan, şehrin geriden gelen sesleri ve herdem kalabalık olması mümkün ve yer altında olan metroyu seçmeleri de kadında ki yanlızlık hissini ortaya döküyor.
metronun merdivenlerinden kendisi aşşağı inerken, yanından geçen yukarı yürüyen merdivenlerde öpüşen bi çift var. sadece bu sahne bile yanlızlık hissini oldukça kavramamızı sağlıyor. onun inişi mutsuzluğu yere düşüşü, çiftin yukarı çıkışı yükselişi ve yüzeye çıkışı sembolize ediyor.
yani kadının yanlız ve mutsuz oluşunu sadece 40 saniye gibi bi zamanda, üstelik kadının "yanlızım" diye bağıran bi çabasına ihtiyaç duymayan bi sükunetle veriyoriyor film.
sonrası zaten trajedi. metro kapıları kapandığında giden metronun arkasından aynı sessizlikle bakıyor kadın. yorgun ve yılgın. sanki ne düşüneceğini bilemiyormuş yada kendine kızıyormuş gibi "ne bekliyordun, beyaz atlı prens mi?" der gibi...
nitekim kısa ama çok etkileyici bi film çıkmış ortaya. bunu anlatmanın türlü yolları olabilirdi, ama hiçbiri bu kadar kısa ve vurucu olamazdı sanırım... izlediğinizde sürenin tam kıvamında olduğunu hissediyorsunuz, gereksiz ayrıntılarla yada karmaşayla yormuyor sizi... neyse, benden önermesi izleyiniz, geri kalmayınız http://www.youtube.com/watch?v=Tm61tXlGblI

hazır fransız filmlerinden bahsetmişken, beni çok etkileyen bi başka kısa animasyon filminden de bahsedeyim. "skhizein" http://video.mynet.com/greenberries/Skhizein-Ekoin/335763/
animasyon filmlerinin hayatımda oldukça yeri vardır zaten, çoğunlukla iyi animasyon filmleri özellikle pixar'ın yaptıkları beni mest eder.
çok meziyetli Jérémy Clapin'in bu ikinci animasyonu. 13 dk.lık bu animasyon yine fransız filmlerinin vurucu ve çarpıcı tarafıyla öne çıkıyor. gerek müzikleriyle, gerek hayatta ki dışlanmışlık yada eksik aidelik hissini kendine has verişiyle çok çarpıcı ve dramatik.
ama insanın herşeye çok da sorgulamadan alışıyor olması filmde ki en acı taraf. kimse bu durumu garipsemiyor hatta bi süre sonra kendi bile... çarpan bi metaorla hayata ve kendine 91cm uzaklıkta kalan bi adam, ama hiç kimse bu durumu anormal bulmuyor. hatta gittiği psikologla arasında tekrar eden şu diyalog filmde ki en etkileyici planlardan biriydi;
- öyleyse, yine de gerçek bir hasar yok, değil mi?
- hasar yok? ne demek istiyorsunuz? şey, yalnızca karşıdaki apartmanın anteni. ve ben. ve ben.

algarve uluslararası film festivalinde, ispanya’daki uluslar arası animasyon festivalinde, annecy uluslar arası animasyon film festivalinde, cannes film festivalinde ve cracow film festivalinde en iyi animasyon kısa film ödüllerini aldı.
ee ne denebilir ki "sezar'ın hakkı sezar'a"

19 Ekim 2009 Pazartesi

İÇ HUZUR (özel istek üzerine kabartmalı, kuşe kağıda baskılı... yakında bayilerde!!!)

Gelişen sohbet bizi, her huzursuz sohbette ki "biticek bu günler" sınırlarına taşıdığında ki bi tanım bu...
bana dedi ki "yaz bunu bloguna", bende dedim ki "olum blogu bi sen, bi ben bide arada sevinç okur" :) ama sonra düşündüm, bu bir yada iki kişi için bile yazmama engel mi olmalıydı?
yo yo ... (underground tarzı bi "yo yo" bu yanlız)
ben şimdilerde kısa film atölyesine gidiyorum, adet edindik sabah buluşuyoruz. her seferinde bi film seçiyoruz ama bi türlü gidemedik daha. her birine başka bi şey mani oluyor, bu haftasonu olanını da ülke seferberliği bozarsa hiç şaşırmıycam... ama ben şimdiye kadar gittiğim bütün derslere, öncesin de alkol alıp ilk yarıyı leyla bi biçimde geçiriyorum. ama ne şans ki, o henüz sekteye uğramadı :) derdim ne bende bilmiyorum...
neyse, kim derdini anlatsa "sıkma canını geçer" diyor bi diğeri ya, sonra "sıkma canını" diyen derdini anlatınca aynı cümleyle selamlanıyor; sıkma canını, geçer...
ama iyi bi niyet barındırıyor tabi ki bu, niyet iyi olduktan sonra çok takılmıyorum artık bu klişeye...
sonra dedim ki ona; herşey iç huzurda bitiyor. insan iç huzurunu sağlamışsa, o aslında gereksinim yada ihtiyaç sandığımız bi sürü eksiklik anlamsızlaşıyor... basitçe bile baktığında dünyada herşey buna işaret ediyor aslında; müslümanlık, budizm, hristiyanlık, mesnevilik, ermenilik, yahudilik, hatta yoga ve tüm doktorlar... herkes aynı biçimde tanımlamıyorsa bile herkesin işaret ettikleri resimde bu var. "hayatta herşey bundan ibaret" diyebilsem keşke, ama hayatla daha uyumlu ve huzurlu geçinebilmenin yolu bu sanırım...
o benim bundan daha kısa olan tanımımı çok sevdi, gazetelere sür manşet çıksın, ansiklopedilere girsin, okullarda müfredata dahil olsun, kuşe kağıt el ilanı yapılıp tüm dünyaya dağıtılsın falan istedi. ben gördüm yani bunu onun bakışların da, ama o sanırım abartmak istememiş olucak ki sadece "güzel tanım, bak işte yaz bunu bloguna" dedi... :)
ne benim bulduğum bi tanım bu, nede ilk benim farkettiğim bi gerçek. ama işte insan ancak kendisi farkettiğinde tanımlar bi gerçeklik kazanabiliyor... buda bi gerçek... :)

sevgiler, saygılar

(biterken "yann tiersen-sur le fil" çalıyordu, ve içimde "yarın daha güzel bi gün ve dünya olsun n'olur" arzusu bünyede ki kronik karamsarizm'e (öncülerinden olduğum bi akım) kafa tutuyordu... namağlup bi direniş gibi duruyor şimdilik ama...)

13 Ekim 2009 Salı

tanımsız gariban "bi"nin kasıntı düdük "bir" karşısında ki galibiyeti... (en azından bi ben de)

Hayatta başlanan bi işi bitirememe halinin benim aynamdaki yansıması "bitmemiş projelerin adamı"dır. öz eleştirilsel bi yazı olsun değil arzum esasen, insanlık duygularını tufana katacak bi genelleme de değil...
ne o vakit? bilmiyorum ya...
yazmasam mı? yada iyice uzatsam mı...
peki, uzatıyorum; hayatta her çıkılan yol niye yanlış yol hissi uyandıran bi bünyedeyim? sahiden çok merak ediyorum bunu. yani hiç mi olmaz bi çok insanda olan "benim yolum ......" hissi. niye bende noktalı alanları dolduracak tanımlamalar yok anlamıyorum...
bide farkındaysanız inanılmaz derecede "..." kullanıyorum. sanırım her bi şey anlatmaya kollarımı sıvayınca bi eksiklik hissimden kaynaklanıyor. yani tanımlar hep eksik ve yetersiz gibi sanki, hislerimi tarif etmeye... bak yine yaptım,
ben bi de "bi" ye takığımdır.
bayılırım "bi" tanımını, "..."larımla beraber olur olmaz yerlere tıkıştırmaya... aslında "bi' demenin tdk'da yeri yok. yanlızca günlük yaşamda kullanılıyor ve bence kasıntı bir'in aksine "bi" çok sevimli ve yazık bi hali var ya, onun için kendimi "bi" ile tanımlamayı çok seviyorum. "bi şey" söylermiş gibi duruyor ama aslında "bir şey " söylemiyor... :)

saçmalama seansı sonu istatikleri: 17 "bi, " 7 "..." üstelik saçma bi (bi'lerin sayısı 18 oldu) monolog da ki hali bu... ("..."lar da 8)

7 Ekim 2009 Çarşamba

Bandista...

İlk tanışmamız "Benim Annem Cumartesi" şarkılarıyla oldu (http://www.youtube.com/watch?v=Hk2IGdDa8LI) ama, yaşadığım ülkeden böyle yetenekli bi yazar, bi müzisyen, bi sanatçı görünce feci halde sevinme duygumla şarkının burnumda bıraktığı sızı birbirine karıştı.
Bu çok yetenekli 7 adamdan oluşan grubu biraz irdelediğimde kendilerinin de yaptıkları müzik gibi bi grup ürünü olmaktan çok evrensel bir ses haline dönüşmüş tavırlarına daha da bi sempati ve merakla yaklaştım. sonra bi baktım ki ben bu adamları başka başka yerlerden, insanları coşturma mitinglerinden yada festivallerden zaten tanıyorum. onlarda içlerinde biriktirdiklerinin artık bünyeye fazla geldiğine inandıkları için yapmışlar zaten bu albümü. "Paşanın Başucu Şarkıları" albümü parayla satılmıyor, direk kendi sitelerinden indirebileceğiniz şarkılar. (http://www.tayfabandista.org/)
"armağandır. çoğaltınız! dağıtınız!" bu onların dinleyiciden kendi arzularıdır.
Marx'ın "de te fabula narratur" (senin hikayeni anlatıyorlar) sözünü bütün albüme sinmiş mis kokulu bi yemek gibi her yerde görebilir ve hissedebilirsiniz. sloganları haline dönüşmüş bir diğer söz de "pablo neruda biz orada" dır.
bazı şarkıların müzikleri zamanın cundalarına karşı direniş marşlarıdır. Warszawianka marşı, San Atsalino Teixos, Belaia armiia, chiornyj baron, Roman geleneksel Marşı ve İkinci Dünya Savaşı Kızıl Ordu ezgisi-Ines, Boikot şarkılarının iskeletlerini oluşturan marşlardır. "İllede rumba" şarkısının sözleri de, Nazım Hikmet'in "Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü" şiirini 19.yy ispanyasından bi halk ezgisiyle tamamlayıp Timur Selçuk'tan sonra yeniden enfes bi biçimde soluk kattıkları şarkıdır.
kendilerini isimleriyle dahi ifşa etmeyen grup elemanları, söylenen sözlerin kalıcılığından grup elemanlarının geçici olabilirliğinden, kendilerini kimlikselleştirmeyip genellemeye dahil etmeyi tercih ediyorlar. çünkü ortada, ortak hislerden oluşan ortak sözler olduğuna inanıyorlar. ama benim bildiğim kadarıyla bu grubun çoğu izmit de işçi sınıfana ait lojmanlarda zamanın zorlukları ve güzellikleriyle yaşamış ve daha çocuk yaşlarda babalarının omuzlarında mitinglere gitmeyi normalleştirmiş insanlar. birden bire kalkıp "söyliycek sözümüz var!" demeyip, zaten bu sözlerle ve yaşam şekliyle var olmuş bi neslin çocukları onlar. aslında hepimizin yaşadıkları ve yaşaması hala muktedir olan ve unutturulmaya çalışılanları yüksek sesle söylediklerinden "senin hikayeni anlatıyorlar" diye bize bi hatırlatma geçiyorlar. o yüzden çok güzel söyliycek sözleri var onların.

siz de kulak verirseniz, çok seviceksiniz, eminim...

5 Ekim 2009 Pazartesi

Giriş(miş)!

“Giriş metni” yazma zorundalık hissi her şeyi yazmama engel oldu. Kendimi tanımlamak benim için hayattaki en zor tanım olduğundan ve her yeni duruma da bu tanımla başlamam gerektiğinden, her yeni olaydan kaçınır oldum. Birileriyle tanışmak, bi yere kayıt olmak, beni tanımayacakları bi yeri aramak bile dahil bu duruma. Ne derim, nasıl tanıtırım sorunsalı derin yüklerle bastırırken omuzlarıma, ben her yeni mevzudan bu sebepten alıkoyarım kendimi.
Bunun nedenleri hakkında bazı fikirlerim var elbette; muhtemelen kendimi tanıtacak kadar iyi bulmuyor olmam olabilir. Yani ben birilerine kendimden bile bahsetmem, sıkılırlar diye düşünürüm. Aynı neden sanırım burada da vakıf… O yüzden bu saçma anlatımı giriş saymıyorsak, giriş olmasın diyor ve söylemek istediklerimi yazma aşamasına bir adım atlıyorum izninizle…
(Gerçi buda değişik bi çelişki oldu, hem kalk kendini sıkıcı bulmanın birileriyle konuşmamaya kadar varan bi antipatiye dönüştüğünü söyle, sonra da anlatacaklarıma geçiyim de… Kendim de güldüm buna, bakalım devamı ne kadar çelişkili, paradoksal ve travmatik olacak…)