30 Mart 2010 Salı

tabula rasa...

herşeyin insan bilincinde doğarken yazılı olduğunu savunan descartes'in aksine john locke(lost'da ki değil) herkesin doğduğunda bi tabula rasa(boş bi levha)'sı olduğunu, yaşadıklarımızla yani deneyimlerimizle onu doldurduğumuzu söyler. bu boş bir levha tanımı da mısırda her doğan çocuğa hayatı boyunca doldurması için verilen boş bir tabletten yola çıkmaktadır.
bu açıklayıcı bilgiyi verdikten sonra kendi tabula rasama baktığımda gördüklerimin beni hayal kırıklığına uğrattığını da belirtmeliyim. yani deneyim denilen şeyin yavuklularından biri de pişmanlık olabilir tabi. deneyime bi rahat vermeyen, onu sürekli bunaltan ama yine de tuhaf cazibesiyle onu zaman zaman yolundan eden bi kadın gibi de olabilir. niye bilgeliğe erkek, yoldan çıkartana kadın rolü verdim bilmiyorum, buda toplumun empozelerinin benim tabula rasama yazdığı bi kuraldan olabilir tabi...
bana bu tabula rasayı hatırlatan saatlerdir yarın ki vermem gereken ödeve giriş cümlesi ararken bilgisayar ekranında ki boş sayfaya uzun uzun bakmam oldu sanırım. önümde minimal bi tabula rasa var hissine kapıldım az evvel.
onu neyle doldurmam gerektiğini tam kestiremiyorum şuan, korkutuyor beni bu ödev. yarın herkese benim hayatımı etkilemiş korkularımı ve acılarımı anlatan bi senaryoyu okumam gerekecek. ve burda mühim olan insanın dürüstlüğüymüş, bunu yazmakla taksim meydanında soyunmak arasında bi fark yokmuş ama insan önce kendisinin acısını anlatabilecek cesareti yakalamalıymış sonra herşeyi hakkıyla yazabilecek hale gelebilirmiş. yani kendine rol yapmamalıymış... hepsi güzel sözler ama nasıl olucak ki şimdi...
neyse kaçarım yok gidip ilk cümlenin ne olacağını saptamalıyım ve dürüst olmalıyım...
(bide bunu bu şarkıyla! yapmaya çalışıyorum,off zor işte)

ve son nasihatimi de geçeyim büyük bi küstahlıkla;
hoşçakalın ve tabula rasanıza kimseye müdahale ettirmeyin...

29 Mart 2010 Pazartesi

çekirdekten aile, fasulyeden nimet kadar olur!

brothers&sisters dizisinden nefret ediyorum, yada kendi sulu gözlü tabiatımdan. her bölümde illa beni ağlatıyorlar ya, pes doğrusu! bide amerikalılara duygusuz, doygun egolu, yanlızca birey olabilen insanlar derler. yok valla bu dizi bana gösterdi ki aile her yerde aynı, amerikada da! tabi ki bahsettiğim aile modeli kalabalık bi aile. Bende öyle bi ailenin ferdi olduğumdan herşey çok tanıdık, bildik geliyor bana. yanlız onlar içlerinde büyütmeden konuşarak çarçabuk çözüyorlar sorunlarını, bizde bi o eksik kalıyor gibi.

kocaman masalarını her bölümde en az bir iki kere kuruyorlar ve hepsinde illaki bi olay çıkıyor ya beni kalbimden yakalıyorlar.
insan küçükken kardeşleri genellikle sıkıntı olarak görüyor ama büyüyünce anlıyor kardeşin ne demek olduğunu ve ne kadar önemli olduğunu. buna inancıma rağmen benim bi aile kurma planlarım yok mesela, ama olurda bi gün aklımı hepten kaybedip bi aile kurarsam "en az üç tane" çocuk yapıcam:) söz...



*bu dizi için kaynak bulmakta zorlanışımız bana aileyi anlatan diziler tutmuyor sanırım'ı düşündürdü. lost, fringe, how i met your mother, flashforward yada heros için kaynak bulmakta asla zorlanmıyoruz(ki hepsini çok severek bende izliyorum ama demek istediğim şey başka) belki de insan hayatı yeterince dejenere ve yorucu olduğu için, bu tip ilgiyi komple kendi hayatımızdan uzaklaştıran filmleri tercih ediyoruzdur, bize yaşadığımız sorunları hatırlatacak bi şeyin yerine. yada belki gerçekten herkesin benim gibi sorunlu ama güzel aileleri yoktur da ondan hitap etmiyordur...


*illa bi tespit de yapıcam, duramıyorum:)

26 Mart 2010 Cuma

change your heart


sanırım ne kadar zaman geçerse geçsin bu film hep benim en sevdiğim film olarak kalıcak, kim bilir hatta zaman ve duygular değişecek, bu filme dair anılarım bambaşka olucak ama bu filmin yeri değişmiycek...

fotoğrafa bakınca bile bin türlü şey hissediyorum, altı çok tehlikeli bi çatlağın üzerinde yatarak çatlağın sağlamlığına güven duymaktan ziyade yanındakine güven duyuyorlar. korkusuzlar mı? hayır, birbirlerine duydukları sevgi ve farklılıklar onları o kadar çok korkutuyor ki, birbirlerini unutmak için hafızalarını sildiriyorlar. çünkü kendi kendilerine birbirlerini hayatlarından çıkarmaları mümkün değil... hayatım boyunca bir kere bu kadar müthiş bi aşk yaşamak isterdim! ben muhtemelen clementine kadar korkusuz yatamazdım o koca çatlaklı buza, o anlamda daha çok joel'e benzerdim:) ama çok isterdim, birine bu kadar çok güvenebilmeyi...

ve tabiki bu şarkı da filmin ayrılmaz güzellikler skalasından;

beni küçükken hiç merak ettiniz mi?

Henüz çok küçüktüm, küçüğün anlam olarak ifade ettiği tüm anlamlara sahiptim. Ailece gidilen Gülhane pikniklerinde benim kaybolmam adeta gelenek haline gelmişti. Sonraları alıştım ama ilkinde çok korktuğumu hatırlıyorum, sadece etrafımı saran kalabalığın bellerindeki kemerleri görebiliyordum, kendimiyse çok yabancı ve küçük hissediyordum. O kadar kalabalıktı ki, bi gördüğüm kemer tokasını yada eteğin sahibi olan bacakları bir daha göremiyordum. Kalabalıkta ilerlemeye çalışıyordum, tanıdık bi suret arayarak.
Ağlamıyordum, çok korkuyor ama ağlamıyordum. Çünkü ağlarsam önümü net seçemeyecektim, o yüzden ağlamamalı ve yalnızca kendime dikkat etmeliydim. Aklımdan binlerce şey geçiyordu, annemi bir daha göremeyeceğim, bir daha asla o eve gidemeyeceğim, arkadaşlarımı göremeyeceğim, en sevdiğim elbiseyi giyemeyeceğim, bi adamın beni alıp dilenci yapacağı… bunun gibi bir sürü şeyin içinde bu dilenci hadisesi kafamı oldukça meşgul etmişti. Sanırım sezercik filmlerinin etkisiyle Erol taş gibi adamlar hayal ederdim kötü olarak ve orada benim gibi kaçırılmış bi sürü de çocuk olurdu.
Zorla dilenmeyi ve sömürmeyi öğretecekleri ve az para getirdiğim için yiyeceğim dayakların ve yüzüme yerleşen şamarların acısını daha o zaman hissetmeye başlamıştım. Çünkü ben hiç sömürücü bi çocuk olmamıştım, hastalandığımda bile bunu söylemez anlamalarını ve şefkat göstermelerini beklerdim!neyse…
Sonra bu dilencilik hadisesinin o kadar da korkunç olmadığına kendimi inandırmaya çalışmıştım. Nede olsa kötü olsa bile Erol taş da filmlerin sonunda gördüğümüz gibi iyi olmayı öğrenebilen iyi yürekli bi amcaya benziyordu. Ayrıca o kadar da sık banyo yapmak zorunda olmadığımı ve ödev yapmam gerekmediğini düşündükçe neredeyse dilenci olmak hoşuma bile gitmeye başlamıştı. Ben bunca düşünceyle savaşırken ve zihnimde dilenciliğim de beşinci günümü yaşarken birden bir el tuttu elimden, ben hem korku hem de sonunda bulunmuş olmanın heyecanıyla döndüm arkama. Genç bi kız tutuyordu elimden, yanında da bi çocuk vardı bana gülümseyerek bakıyorlardı. Onları şöyle bi süzdüm bunlar tanıdığım insanlar değillerdi ama çocukları dilenci yapmaya çalışan Erol taş’a da hiç benzemiyorlardı. Kendimi, korkuyla bi adım geri çektim, sonra kız daha da şefkat takındığı gözleriyle bana doğru iyice eğildi ve “merak etme seni annene götüreceğim” dedi. Ben hala korkuyordum, onun doğruyu söylediğini nereden bilebilirdim ki, ama yine de itirazsız beni bildiği yola götürmesine izin verdim. Yolda onun elimi tutup beni götürdüğü sırada, ben hala bir sürü şey geçiriyordum aklımdan, kendimi başka senaryolara hazırlıyordum şimdi de.
Sonra birden aklıma annemin çok sık tembih ettiği çocukların altın bileziklerini almaya çalışan hırsızlar geldi. Yeniden korkmaya başladım ve hemen dehşetle kollarıma baktım ama benim altın bileziğim yoktu ki, hiçte olmamıştı. Yeniden derin bi soluk alarak rahatladım bunlar çocukların altınlarını çalan hırsızlar olamazlardı, o an da hatırladım kulaklarımda ki sahip olduğum tek altın olan top küpelerimi. Yeniden korkmaya başlamıştım, sonra aklıma bir diğer korkunç ihtimal olan çocuk hırsızları geldi. Çocuğu olmayan ve başka çocukları kaçıran yada çocukları olmayan insanlara çaldıkları çocukları satan hırsızlar… kendimi başka bi evde hayal ettim, başka anne ve baba… sonra birden annem ve babamın hırsızların beni çaldıklarını fark etmeyecekleri gelmişti aklıma, zaten onlar kardeşimi benden daha çok seviyorlardı, birden beni hiç özlemeyeceklerine dair son derece korkunç bi senaryo çöreklendi aklıma. Ve artık göz yaşlarımı tutamıyordum, her şeye katlanabilirdim; dilenci çocuk olmaya, top küpelerimi kaybetmeye ama anne ve babamın beni unutmasına katlanamazdım… tam o sırada bi koşuşturmaca oldu etrafımda, ablalarım elimden tutmuş kıza beni onlara getirdikleri için teşekkür ediyorlardı, bense şaşkınlıkla onlara bakıyordum. Kız beni anneme götüreceğini söylemiş ama ben açıkçası pekte inanmamıştım. Annemi gördüm sonra aradan, koşup boynuna sarılmak ve onca maceradan sonra eteklerinin altına saklanıp bir daha da asla Gülhane’ye gelmemek istiyordum. Ama o benim kadar hasret dolu değildi. Önce kıza teşekkür etti, sonra da popoma bi patlak attı ve yanından ayrıldığım için çok kızdığını ve bunun hesabını evde soracağını söyledi. Şimdi artık daha da çok ağlıyordum ama vurduğu yer acıdığı için değildi göz yaşlarım, acımın şiddetinden çok onun keyfini çıkarıyordum. Annem yanımdaydı ve hala benim için endişe ediyor ve beni merak ettiği için bana vuruyordu…

(Bu anı, yıllar önce yaşadığım çok üzücü bi ayrılık anında aklıma gelmişti! Başı ve sonu bi kişiye özel olan mektubun tam ortasından aldım… artık o kişi için üzülmüyorum, hayat herşeyi sıradanlaştırmayı başarıyor...)

25 Mart 2010 Perşembe

41

bu blogda ki 41.yazım şuan yazmakta olduğum yazı. 40'ı görünce -hadi bakalım 41'in marifetini görelim, bakalım iyi bişeyler yazmaya sebep olucakmı... dedim hurafelere pirim vererek. ama açıkcası şuan çok tuhaf hissediyorum kendimi, biraz mutlu gibi! 41'in kerameti mi? bilemiyorum...
cem hocayla dersten çıktık biraz oturup konuştuk, bana çok güzel şeyler söyledi. bazen birini mutlu etmenin ne kadar kolay olduğunu düşündüm, o bana güzel şeyler söylerken. sonra montajı bitmiş filmimizi izledik, iyi olmuş/hoş olmuş diye, ona da mutlu oldum. yarın bi sürü insan o filmi izliycek ve hoca sahneye çıkmamız konusunda kararlı, tüm sorulara cevap vermemizi istiyor. bu beni biraz kastı ama şuan ki hissiyatlarım bundan çok daha iyi ve öte:)
hep mutsuzlukla ilgili yazmak benim de hoşuma gitmiyor, sanırım o yüzden gelir gelmez bunları anlatmak istedim. yarın filmden bazı fotoğraflar ve gecenin nasıl geçtiğini detaylıca anlatırım, şimdilik bu kadar...

17 Mart 2010 Çarşamba

yüzüm güldü sonunda:)

aşşağıda ki maili aldığım an her okuduğum cümlede "EVETTT" diye haykırdım. trenle italya keşfinin üzerinden 2 yıl geçti ve ben nihayet bu yaz için sonunda iyi planlar yapmaya başlayabilirim diye sevinçden delirdim:)

Sayın KUDRET MUTLU, BU YAZ ALIP BAŞINIZI GİDİN!..

Yaz için planınızı henüz yapmadıysanız GENÇTUR size birbirinden ilginç önerilerde bulunuyor. Bu öneriler sadece Türkiye için değil tüm dünyada geçerli, Avrupa’da, Vietnam’da, Hindistan’da, Afrika’da, Latin Amerika’da ya da siz nerede isterseniz?

Bu çalışma bir tatil ya da tur programı değil, bir öğrenme, keşif ve macera programıdır.

Hayal edin İtalya’da mafyadan kurtarılmış bağlarda üzüm toplamak istemez misiniz?

Çek Cumhuriyetinde biranın yapımını öğrenmek, Sırbistan Balkan Müzikleri Festivaline katılmak, Helsinki’de Rock Festivalinin organizasyonuna yardım etmek.

82 ülkede 2000 üzerinde kamp seçeneği sunan GENÇTUR’daki diğer bazı ilginç projeler de şöyle:

- Milano'da Film Festivali,
- Finlandiya’da gemi tamiri,
- Almanya'da restorasyon projesi,
- Meksika’da bitkisel ilaç yapımı,
- İzmir’de salça, tarhana, turşu kampı,
- Hırvatistan’da Dalmaçya Müzik Festivali,
- Karabağ’da nehir temizliği ve doğa kampı,
- İspanya’da arkeoloji çalışmaları,
- Kore’de sebze paketleme,
- Ve sayamadığımız binlerce çalışma, restorasyon,
inşaat, ekoloji, yoga, sanat, tiyatro, film vs.

Bu projeler sadece gençleri değil ruhu genç olanları da kapsıyor. Yeter ki kendinizi hazır hissedin. Her biri ortalama 2 hafta süren kamplar boyunca kamusal işlerde gönüllü olarak çalışıyorsunuz, konaklama ve yemeğiniz yerel ortaklarımızca ücretsiz karşılanıyor.

Size kalan;
karar vermek,
bilet almak
ve gitmek.

Evet evet dostlar, ben bu yoz Çek Cumhuriyetinde biranın yapımını öğrenmek ve Helsinki’de Rock Festivalinin organizasyonuna yardım etmek istiyorum:)

sizde ilgilenirseniz;
burdan gençturu ziyaret edebilirsiniz!
burdan da kamp listelerine ulaşabilirsiniz!

5 Mart 2010 Cuma

bu sene iyi geçmedi söylemem lazım, kader beni seçmedi ama görmemem lazım...

içim bi buruk bugün! onun için hislerimi birbirini tamamlamayan paragraflarla yapıcam, çünkü hislerimi bölük pörçük düşünce öbekleri oluşturuyor bugün;

bölük-I

tam 27 ye yeni alışmışken yarından itibaren başıma birde 28 çıkıyor... ben hep acayip gergin oluyorum doğum günlerimde, herşeye burun kıvırıp, feci kaprisli oluyorum mesela. ama sanırım bunların hepsi henüz sahip olduğum hiçbir yaşı kabullenememem den kaynaklanıyor. yani 1 yıl öyle yetersiz ki, onlara alışmak için. çünkü onlara alışmak için onları sevmek gerekiyor, ama insan kendisine sıkıntı yaşatan bi şeyi sevebilir mi? malesef hayır, o zaman neden bana sıkıntı yaşatmış bi yaşı seveyim ki... hayır yani bir ikisini sevsem önyargımı kırıcam, ama olmadı işte şimdiye kadar... ama işte bu şarkıyı mırıldanıp kendime umut aşılamalıyım ki, yeni yaşıma yeni bi şans verebileyim yarından itibaren(pehh, umuda gel)...
bölük-I+½
ama işte zaman ve sahip oduğum yaşlar hep hızlıca aktı gitti. aklımın karışıklığının geçmesini hiç beklemediler, hep beynim de "hadi ama bak gördün mü ... oldun, hala bişey olamadın" sesiyle yaşadım durdum! dibi çamurlu bi suyun durulmasını beklemeden hep bi değnekle karıştırdılar. oysa dibi görmek için harcadığım çaba beni öylesine yordu ki, başka bişey yapamadım...
kuantum dalgasında geçirdiğim yorucu zamanlara, dünyada göz dalması dediler. bilmediler ben ne çok yorulmuştum sadece gözüm dalarken...

bölük-II

ben hayatta hep çok şey olmak istedim aslında, ama hiçbir zaman noktasal bi vuruş yapamadığımdan hiç"bi"şey olarak devam ettim hayata. çocukken hep konservatuara gitmek isterdim mesela, ama o yaşta(ve halen de) saptıyamadığım bişey vardı; konsertavuarda neye gitmek istiyordum? yani biliyordum işte o civarlarda bulunmalıydım da neresinde?
hala da aynı aklı karışık insanım, bilemiyorum hala yerimi. onun için bişeyi yapmak için bu dünyaya geldiğine inanan insanlara hayranlık duyuyorum, kaportacılık bile yapıyo olsalar. yaptıkları işte kendilerine özgü tarzlarıyla onlar hemen kendilerini belli ediyorlar ya, bu ne güzel bişeydir böyle diye imreniyorum.
imrenmekten öte kıskanıyorum aslında,
evet...

bölük-III

beni tanıyan insanlar benim bi çok konuda yetenekli biri olduğumu söylerler sorsanız, ama onlarda tam olarak şuraya ait diyemezler benim için. bu cümlenin gerçekliği yazarken bile çok üzdü beni!

pörçük-I

yaşanan zamanlara simgesel adlar koydular. işte, sen şu vakit doğduğuna göre şu yaşta oluyorsun dediler. zart yaşlarda bunlar yapılır, zırt yaşlarda bunlar yapılmaz dediler, sınırları daralttılar. her yaşın bize ve hayatımıza eklediklerinden bahsederken aslolandan eksilmek olduğundan hiç söz etmemeyi tercih ettiler. bizi balonlarla, hediyelerle oyalarken ömrümüzden eksilttiler.
yada biz "madem ölücez, amann! çalsın sazlar oynasın kızlar" dedik de ondan adet oldu bu herşeyi kutlama arzusu! bilemiyorum şimdi kimdi suçlu...

pörçük-II

bide en çok şahit olamıycaklarıma üzülüyorum. yani bigün insanlık jetgiller de ki gibi minik uçan arabalara binecekler ve tek düğmeye basarak astral gezintiye çıkacaklar ve ben bunları göremiycem. kimbilir çok seviceğim kitaplar yada müzikler de yapıcaklar ama ben yine şahit olamıycam. yani eski zamanlara şahit olamamak da üzücü ama işte ne biliyim bi sürü kitap okuyarak kısmende olsa doyurabiliyoruz bu çeşit bi merak duygumuzu. ama gelecek öyle mi, hem gelecekte olsaydım zaman makinesiyle bu sıkıntımı da çözebilirdim!
üzülüyorum işte bunları düşündükçe...

ve son olarak parça pinçik I-II-III :)

yine ana mevzuya dönecek olursak, yarından itibaren geçinemediğim yaşlarıma eklenecek bi yenisini kutlamayı da acayip buluyorum tabi ama işte varlığından mutlu olduğumuz insanlara bunu belirtmek için yanlızca bu günleri beklediğimizden, varlığımdan mutlu olanlar kutluycaklar bu günü.
o yüzden arkadaşlarımın ve ailemin çabalarını yüzüme yerleştirebildiğim en geniş tebessümle karşılamaya çalışıcam,
üstelik bana "gördün mü bak 28 oldun!" derlerken de...

27 yaşımda ki son yazımla sizi son kez selamlıyorum,
daha iyi günlerde ve ruh hallerinde görüşmek umuduyla...
buona sera